Yüz yüze dostluklar vardır;
Güneşle ayçiçeğinin dostluğu, böyle bir dostluktur mesela.
Ayçiçeği sabahtan akşama kadar hiç ayıramaz yüzünü güneşten...
Uzak dostluklar vardır;
Denizlerin ortasındaki bir adayla, dağların arasındaki bir göl, birbirlerinin uzak dostlarıdır.
Dostluklarını gündüz kuşlarla, gece yıldızlarla iletirler birbirlerine...
Sessiz dostluklar vardır;
Dilsiz bir adamla, duymayan bir başka adamın elleri arasında sessiz bir dostluk oluşur.
Her şeyden konuşur sessizce bu eller...
Zorunlu dostluklar vardır;
Pazar ile Pazartesinin dostluğu gibi. Pazar ağır bir gündür, Pazartesi hızlı bir gün...
Ayak uyduramazlar birbirlerine. Ama dost olmak, yan yana durmak zorundadırlar...
Uzun dostluklar vardır;
İkindi güneşinin altında uzayan gölgeler birbirlerine kavuşurlar ve uzun boylu bir dostluk oluşur aralarında...
Günün birinde ölen dostluklar vardır;
Bir bahçe içindeki ahşap ev ile yanı başında duran ceviz ağacının dostluğu gibi...
Bir gün kocaman elli adamlar ve kocaman gövdeli makineler o bahçeye girip de, bir süre sonra evin ve ceviz ağacının yerinde asık suratlı binalar yükseldiği zaman ölen dostluklar...
Vakitsiz dostluklar vardır;
Bir peçete, bir kağıt mendil vakitsizce dostu oluverir gözlerimizin...
Ya da ayrılırken verilen bir dal karanfil ellerimize o anda gelen dostluktur...
Bakımsız dostluklar vardır bir de...
Zaten var, zaten dostuz deyip yıllarca bir telefonun, bir kaç cümlelik mektubun bile çok görüldüğü dostluklar...
HİÇ BİR DOSTLUĞUN BAKIMSIZ KALMAMASI DİLEĞİYLE...
7 Ekim 2014 Salı
KADINDAKİ KÜÇÜK KIZ
Bülent, avucunu açmış kendisine doğru elini uzatan adama ters ters baktı. Elli yaşlarında gösteren adam, görmeye alıştığı hırpani kıyafetli dilencilere benzemiyordu. Üzerindeki giysiler eski fakat temizdi. Eli yüzü temiz ve sağlıklı görünüyordu.
"Sapa sağlam adam gidip çalışacağına dileniyor. Belki benden daha zengindir." diye düşündü. Zaten canı çok sıkkındı, bir de adama sinirlenmişti. Alaycı bir ses tonuyla:
- Ekmek parası mı istiyorsun? diye sordu.
- Hayır çikolata parası lazım!
Bülent'in kızgınlığı şaşkınlığa döndü. “Espri yeteneği olan dilencinin hali de başka oluyor” diye düşündü.
- Neden? Siz ekmek bulamayınca çikolata mı yiyorsunuz?
- Hayır. Ekmek bulamadığımız günler genellikle bulgur pilavı yeriz, onu da bulamadıysak aç yatarız.
Bülent adamın ciddi mi konuştuğunu yoksa dalga mı geçtiğini anlayamamıştı.
- Bugün karnınız doydu üstüne tatlı mı istedi canınız?
- Fakirin canı mı olur ki, tatlı istesin beyim.
- Bu bir kamera şakası mı yoksa sen iş bulamamış komedyen misin?
- Hiç biri değil. Sadece fakirim. Bugün karımın doğum günü, ona çikolata götürmek istiyorum.
- Doğum gününde yaş pasta alınır bildiğim kadarıyla.
- O bizim için değil zenginler için. Otuz yıllık evliliğimiz boyunca ona bir kez bile yaş pasta alamadım. Ama her doğum gününde mutlaka çikolata götürdüm. Çikolatayı çok sever.
Adamın söyledikleri Bülent'in dikkatini çekmişti. O akşam karısıyla kavga etmiş, kapıyı çarpıp kendini sokağa atmıştı. Arabasına da binmemiş sahile kadar yürümüştü. Denizi seyretmek de onu rahatlatmamıştı. Oysa eskiden denizi seyrederken çok rahatlardı.
Dalgalar sıkıntısını alıp götürürdü. Fakat karısının evde ağlıyor olduğunu bildiği için olsa gerek, hiçbir şey onu rahatlatmıyordu. Dilenciyle konuşurken biraz kafası dağılmıştı. "Acaba söyledikleri gerçek mi, yoksa uyduruyor mu?" diye düşündü.
- Cebinde bir çikolata alacak para yok mu şimdi?
Bülent'in sorusu üzerine adam ceplerini boşalttı, bir nüfus cüzdanından başka bir şey çıkmadı.
- Ben dilenci değilim. İşim yok. Günlük çalışırım, ne iş bulursam yaparım. Fakat bu gün bütün gün iş aradım, aksilik bu ya, hiçbir iş bulamadım.
Bülent oturduğu bankı işaret ederek yer gösterdi.
- Oturun biraz dertleşelim bari, dedi. Adam çekingen çekingen oturdu yanına.
- Yok mu eşin dostun, borç alacak akraban?
- Fakirin akrabaları da fakir olur beyim. Bulurlarsa kendi karınlarını doyururlar.
- Dilenecek kadar çok mu seviyorsun karını ?
- Hem de çok seviyorum. Otuz yılımı aydınlattı o benim.
- Hımmmm. Aşk hem de otuz yıl süren aşk. Hayret doğrusu! Aşkın ömrü en fazla üç yıl diyorlar oysa. Sen otuz yıldan bahsediyorsun.
- Evet. Geçen yıllar sevgimi azaltmadığı gibi artırdı.
- Söyle o zaman nedir evlilikte mutluluğun sırrı? Söylediklerine bakılırsa sen mutluluğun formülünü bulmuş gibisin.
- Ben ilkokulu bile bitirmedim. Öyle formül falan bilmem.
- Formül dediysem kimya formülü sormuyorum canım. Bende altı yıllık evliyim. Sevdiğim kadınla evlendim, fakat mutlu değilim. Sürekli kavga ediyoruz. Daha iki saat önce kapıyı çarptım çıktım. Evimiz, arabamız, işimiz, gücümüz, her şeyimiz var, ama mutlu değiliz. Senin hiçbir şeyin yok, ama mutlusun. Para mı acaba bizi mutsuz eden?
- Hiç bir şeyim yok mu? Hayır. Benim her şeyim var. Benim karım her şeyim. Sevgilim, eşim, arkadaşım, hayat yoldaşım. Hayatımı paylaştığım insandan daha değerli ve daha önemli ne olabilir ki dünyada? Sizin ev, araba, iş diye her şey dediğiniz şeylerdir aslında hiçbir şey olan.
- Öyle deme. Şu kadar varlığın içinde bile karım her şeyden şikayet ediyor.Bir de fakir olsam kim bilir ne olur?
- Altın tasın, kan kusana faydası yoktur beyim. Sen kadın ruhunu hiç anlamamışsın. Hiçbir kadın iyi bir evde oturduğu, her gün çeşit çeşit yiyecekler yediği için mutlu olmaz. Bir kadın, kocasının her şeyi olduğunu bildiğinde ancak mutlu olur.
- Sizin mutluluğunuzun sırrı bu mu?
- Olabilir. Ben karıma değerli şeyler alamıyorum ama ona benim için ne kadar değerli olduğunu hissettiriyorum. O da çok mutlu oluyor.
- Bir kadına değerli olduğunu nasıl hissettirilir?
- Küçük kızı severek!
- Küçük kız mı ? Hangi küçük kız?
- Beyim! Yaşı kaç olursa olsun her kadının içinde hiç büyümeyen bir küçük kız vardır. O kızı ne kadar çok sever, ne kadar çok mutu edersen, o kadını da o kadar mutlu edersin.
- Nasıl yani?
- Küçük kız neleri sever, nelerden hoşlanır bir düşünün. Küçük kızlar hep beğenilmek, ilgi görmek isterler. Güzel olduklarını duymaya bayılırlar. Kendilerine prensesmiş gibi davranılmasını beklerler. Küçük kızlar hep prenses olmayı hayal ederler. Sürprizlerden hoşlanırlar. Biraz şımartılmak isterler. Sevilmek ve sevildiklerini hep duymak isterler. İltifata doymaz küçük kızlar. Öyle değil mi?
- Haklısın. Benim dört yaşımda bir kızım var. Adı Aylin. Her akşam boynuma sarılır "babacığım beni ne kadar seviyorsun?" diye sorar. Giysisini değiştirdiği zaman etrafımda "Baba güzel olmuş muyum?" diye sorar durur.
- “Güzelsin” demem de yetmez ona. "Harikasın prenses gibi olmuşsun" demeliyim. “Dünyanın en güzel kızısın” demeliyim.
- İşte beyim! Kadınlar bir ömür boyu bunu duymak isterler. Ben elli yaşındaki karıma böyle davranıyorum. Ömrümüz olurda seksen, doksan yıl da yaşarsak ben ona böyle davranmaya devam edeceğim. Ona "bebeğim" diye hitap ediyorum çok hoşuna gidiyor. "Bebeğim bana bir çay yapar mısın?" dediğimde çay yapmak için nasıl koşturduğunu görmelisiniz.
- Hiç kavga etmez misiniz siz?
- Kavga evliliğin tadı tuzu. Arada biz de tartışırız. Küsüp barışmanın tadı ayrıdır. Benim karım bir keçi kadar inatçıdır. Onunla barışmak için uğraşmak ayrı bir keyif verir bana.
- Benim eşim çok ciddi kadındır. Hiç küçük kız havası yok onda.
- Küçük kızlar büyüdükleri zaman artık sevgi, ilgi istemeye utanırlar. En ciddi ya da en yaşlı kadının bile o küçük kız mutlaka vardır. Yeter ki sen o tatlı kızı sevindirmeyi, mutlu etmeyi bil. Ve o küçük kızı asla aldatma. Yoksa bir daha sana güvenmez ve ne yaparsan yap hep kuşkuyla bakar. Küçük kızlar hem çabuk mutlu olurlar hem de çabuk kırılırlar. Çok narindir onlar. Hoyrat elleri sevmezler. Yumuşak dokunuşları severler.
- Bu tavsiyeni deneyeceğim. Fakat her zaman yapabilir miyim bilmiyorum. Bazen işlerim çok fzla oluyor o zaman eve çok yorgun gidiyorum.
- Bu sadece bir bahane. O küçük kızı mutlu etmek dünyanın en kolay işi. Çoğu zaman birkaç tatlı söz yeterli olur. Sen o küçük kızı mutlu ettiğinde karşılığını fazlasıyla alırsın. Artık o seni rahat ettirmek için elinden gelen gayreti gösterir. Karısı mutlu olmayan erkek mutlu olamaz. Mutlu olmak isteyen erkek önce hayat arkadaşını mutlu etmelidir. Düşünsene somurtkan, mutsuz, sürekli söylenen biriyle yolculuğa çıksan ne kadar mutlu olabilirsin.
- Haklısın da bende bütün gün ailem için çalışıp yoruluyorum.
- Yine para, yine dış sebepler. Evet. Para önemli ve gerekli ama kadınlar para için erkekleri sevmezler. Para geçici mutluluklar verir. Kadınlar hediye almayı severler. Paran varsa hediye al tabi. Ama hediyeyle mutlu olmasını bekleme. Hediyenin yanına sevgini katmazsan hediyenin bir anlamı yoktur. Benim hiçbir zaman çok param olmadı. Günlük kazandım günlük yedik. Bazen aç kaldığımız günler oldu. Hiçbir zaman karımın kulaklarına altın küpe takamadım ama her zaman aşk sözleri fısıldadım. Hiçbir zaman boynuna pırlanta gerdanlık alamadım ama hep öpücüklerle sevdim boynunu. Hiçbir zaman ona ipek elbiseler giydiremedim ama kendi bedenimle ipek elbise gibi yumuşacık sardım bedenini ve mutlu ettim onu…
Adam ayağa kalktı:
- Bana müsaade, artık gitmeliyim, karım merak eder. Sende git evine küçük kızın gönlünü al, belki o küçük kız şimdi evde ağlayıp duruyordur.
Bülent de ayağa kalktı. Kuvvetlice elini sıktı adamın.
- Sizi tanıdığıma çok memnun oldum.
Elini bırakıp koluna girdi. Yolun karşısındaki pastaneyi gösterdi.
- Hadi gel. Eşin için şuradan çikolatalı pasta alalım, dedi.
Pastayı aldılar. Adam hayatında ilk defa karısına yaş pasta götürmenin mutluluğuyla, bin bir teşekkür ederek evinin yolunu tuttu. Bülent de pastanenin yanındaki manavdan karısının en sevdiği meyvelerden aldı.
Eve geldiğinde karısı şişmiş gözlerle mutfak masasında oturmuş su içiyordu. Bülent hiç konuşmadan meyveleri büyükçe bir tabağa döküp yıkadı. Sonra eşinin önüne koydu.
- Bunlar dünyanın en şanslı meyveleri, dedi. İnci hiç konuşmadı.
-Sorsana "niye" diye.
İnci kızgın kızgın:
-Niye, diye sordu.
- Çünkü dünyanın en güzel ve en tatlı kadının midesine gidecek, dedi gayet ciddi bir ses tonuyla. İnci şaşırmıştı. Bir anda yüzünün ifadesi yumuşamıştı.
- Bunlar senin sevdiğin meyveler, senin için aldım.
- Hayret bir şey! Her zaman kendi sevdiğin meyveleri alırdın. Benim hangi meyveleri sevdiğimi iyi hatırlamışsın. Aslında bu beklediğim istediğim bir şeydi. "bak senin sevdiğin meyveleri aldım" demen. Ama şimdi kıymeti yok. Çünkü sana çok kırgınım, meyve alarak gönlümü alamazsın.
- Özür dilerim seni kırdığım için.
Sonra Bülent yere diz çöktü.
- Cezam neyse razıyım. Ama bir tek şey istiyorum senden. Seni delice seven bu adamı senden mahrum etme. Bülent yere çömelmiş, boynu bükük bir vaziyette çok komik görünüyordu.
İnci kıkır kıkır gülmeye başladı.
- Affetmek o kadar kolay değil. Bakalım hangi cezalara katlanabileceksin, dedi.
Bülent işte o zaman ona muzip muzip bakan eşinin içinde sakladığı küçük kızı gördü. “Bundan sonra her şey daha farklı olacak” diye düşündü.
"Sapa sağlam adam gidip çalışacağına dileniyor. Belki benden daha zengindir." diye düşündü. Zaten canı çok sıkkındı, bir de adama sinirlenmişti. Alaycı bir ses tonuyla:
- Ekmek parası mı istiyorsun? diye sordu.
- Hayır çikolata parası lazım!
Bülent'in kızgınlığı şaşkınlığa döndü. “Espri yeteneği olan dilencinin hali de başka oluyor” diye düşündü.
- Neden? Siz ekmek bulamayınca çikolata mı yiyorsunuz?
- Hayır. Ekmek bulamadığımız günler genellikle bulgur pilavı yeriz, onu da bulamadıysak aç yatarız.
Bülent adamın ciddi mi konuştuğunu yoksa dalga mı geçtiğini anlayamamıştı.
- Bugün karnınız doydu üstüne tatlı mı istedi canınız?
- Fakirin canı mı olur ki, tatlı istesin beyim.
- Bu bir kamera şakası mı yoksa sen iş bulamamış komedyen misin?
- Hiç biri değil. Sadece fakirim. Bugün karımın doğum günü, ona çikolata götürmek istiyorum.
- Doğum gününde yaş pasta alınır bildiğim kadarıyla.
- O bizim için değil zenginler için. Otuz yıllık evliliğimiz boyunca ona bir kez bile yaş pasta alamadım. Ama her doğum gününde mutlaka çikolata götürdüm. Çikolatayı çok sever.
Adamın söyledikleri Bülent'in dikkatini çekmişti. O akşam karısıyla kavga etmiş, kapıyı çarpıp kendini sokağa atmıştı. Arabasına da binmemiş sahile kadar yürümüştü. Denizi seyretmek de onu rahatlatmamıştı. Oysa eskiden denizi seyrederken çok rahatlardı.
Dalgalar sıkıntısını alıp götürürdü. Fakat karısının evde ağlıyor olduğunu bildiği için olsa gerek, hiçbir şey onu rahatlatmıyordu. Dilenciyle konuşurken biraz kafası dağılmıştı. "Acaba söyledikleri gerçek mi, yoksa uyduruyor mu?" diye düşündü.
- Cebinde bir çikolata alacak para yok mu şimdi?
Bülent'in sorusu üzerine adam ceplerini boşalttı, bir nüfus cüzdanından başka bir şey çıkmadı.
- Ben dilenci değilim. İşim yok. Günlük çalışırım, ne iş bulursam yaparım. Fakat bu gün bütün gün iş aradım, aksilik bu ya, hiçbir iş bulamadım.
Bülent oturduğu bankı işaret ederek yer gösterdi.
- Oturun biraz dertleşelim bari, dedi. Adam çekingen çekingen oturdu yanına.
- Yok mu eşin dostun, borç alacak akraban?
- Fakirin akrabaları da fakir olur beyim. Bulurlarsa kendi karınlarını doyururlar.
- Dilenecek kadar çok mu seviyorsun karını ?
- Hem de çok seviyorum. Otuz yılımı aydınlattı o benim.
- Hımmmm. Aşk hem de otuz yıl süren aşk. Hayret doğrusu! Aşkın ömrü en fazla üç yıl diyorlar oysa. Sen otuz yıldan bahsediyorsun.
- Evet. Geçen yıllar sevgimi azaltmadığı gibi artırdı.
- Söyle o zaman nedir evlilikte mutluluğun sırrı? Söylediklerine bakılırsa sen mutluluğun formülünü bulmuş gibisin.
- Ben ilkokulu bile bitirmedim. Öyle formül falan bilmem.
- Formül dediysem kimya formülü sormuyorum canım. Bende altı yıllık evliyim. Sevdiğim kadınla evlendim, fakat mutlu değilim. Sürekli kavga ediyoruz. Daha iki saat önce kapıyı çarptım çıktım. Evimiz, arabamız, işimiz, gücümüz, her şeyimiz var, ama mutlu değiliz. Senin hiçbir şeyin yok, ama mutlusun. Para mı acaba bizi mutsuz eden?
- Hiç bir şeyim yok mu? Hayır. Benim her şeyim var. Benim karım her şeyim. Sevgilim, eşim, arkadaşım, hayat yoldaşım. Hayatımı paylaştığım insandan daha değerli ve daha önemli ne olabilir ki dünyada? Sizin ev, araba, iş diye her şey dediğiniz şeylerdir aslında hiçbir şey olan.
- Öyle deme. Şu kadar varlığın içinde bile karım her şeyden şikayet ediyor.Bir de fakir olsam kim bilir ne olur?
- Altın tasın, kan kusana faydası yoktur beyim. Sen kadın ruhunu hiç anlamamışsın. Hiçbir kadın iyi bir evde oturduğu, her gün çeşit çeşit yiyecekler yediği için mutlu olmaz. Bir kadın, kocasının her şeyi olduğunu bildiğinde ancak mutlu olur.
- Sizin mutluluğunuzun sırrı bu mu?
- Olabilir. Ben karıma değerli şeyler alamıyorum ama ona benim için ne kadar değerli olduğunu hissettiriyorum. O da çok mutlu oluyor.
- Bir kadına değerli olduğunu nasıl hissettirilir?
- Küçük kızı severek!
- Küçük kız mı ? Hangi küçük kız?
- Beyim! Yaşı kaç olursa olsun her kadının içinde hiç büyümeyen bir küçük kız vardır. O kızı ne kadar çok sever, ne kadar çok mutu edersen, o kadını da o kadar mutlu edersin.
- Nasıl yani?
- Küçük kız neleri sever, nelerden hoşlanır bir düşünün. Küçük kızlar hep beğenilmek, ilgi görmek isterler. Güzel olduklarını duymaya bayılırlar. Kendilerine prensesmiş gibi davranılmasını beklerler. Küçük kızlar hep prenses olmayı hayal ederler. Sürprizlerden hoşlanırlar. Biraz şımartılmak isterler. Sevilmek ve sevildiklerini hep duymak isterler. İltifata doymaz küçük kızlar. Öyle değil mi?
- Haklısın. Benim dört yaşımda bir kızım var. Adı Aylin. Her akşam boynuma sarılır "babacığım beni ne kadar seviyorsun?" diye sorar. Giysisini değiştirdiği zaman etrafımda "Baba güzel olmuş muyum?" diye sorar durur.
- “Güzelsin” demem de yetmez ona. "Harikasın prenses gibi olmuşsun" demeliyim. “Dünyanın en güzel kızısın” demeliyim.
- İşte beyim! Kadınlar bir ömür boyu bunu duymak isterler. Ben elli yaşındaki karıma böyle davranıyorum. Ömrümüz olurda seksen, doksan yıl da yaşarsak ben ona böyle davranmaya devam edeceğim. Ona "bebeğim" diye hitap ediyorum çok hoşuna gidiyor. "Bebeğim bana bir çay yapar mısın?" dediğimde çay yapmak için nasıl koşturduğunu görmelisiniz.
- Hiç kavga etmez misiniz siz?
- Kavga evliliğin tadı tuzu. Arada biz de tartışırız. Küsüp barışmanın tadı ayrıdır. Benim karım bir keçi kadar inatçıdır. Onunla barışmak için uğraşmak ayrı bir keyif verir bana.
- Benim eşim çok ciddi kadındır. Hiç küçük kız havası yok onda.
- Küçük kızlar büyüdükleri zaman artık sevgi, ilgi istemeye utanırlar. En ciddi ya da en yaşlı kadının bile o küçük kız mutlaka vardır. Yeter ki sen o tatlı kızı sevindirmeyi, mutlu etmeyi bil. Ve o küçük kızı asla aldatma. Yoksa bir daha sana güvenmez ve ne yaparsan yap hep kuşkuyla bakar. Küçük kızlar hem çabuk mutlu olurlar hem de çabuk kırılırlar. Çok narindir onlar. Hoyrat elleri sevmezler. Yumuşak dokunuşları severler.
- Bu tavsiyeni deneyeceğim. Fakat her zaman yapabilir miyim bilmiyorum. Bazen işlerim çok fzla oluyor o zaman eve çok yorgun gidiyorum.
- Bu sadece bir bahane. O küçük kızı mutlu etmek dünyanın en kolay işi. Çoğu zaman birkaç tatlı söz yeterli olur. Sen o küçük kızı mutlu ettiğinde karşılığını fazlasıyla alırsın. Artık o seni rahat ettirmek için elinden gelen gayreti gösterir. Karısı mutlu olmayan erkek mutlu olamaz. Mutlu olmak isteyen erkek önce hayat arkadaşını mutlu etmelidir. Düşünsene somurtkan, mutsuz, sürekli söylenen biriyle yolculuğa çıksan ne kadar mutlu olabilirsin.
- Haklısın da bende bütün gün ailem için çalışıp yoruluyorum.
- Yine para, yine dış sebepler. Evet. Para önemli ve gerekli ama kadınlar para için erkekleri sevmezler. Para geçici mutluluklar verir. Kadınlar hediye almayı severler. Paran varsa hediye al tabi. Ama hediyeyle mutlu olmasını bekleme. Hediyenin yanına sevgini katmazsan hediyenin bir anlamı yoktur. Benim hiçbir zaman çok param olmadı. Günlük kazandım günlük yedik. Bazen aç kaldığımız günler oldu. Hiçbir zaman karımın kulaklarına altın küpe takamadım ama her zaman aşk sözleri fısıldadım. Hiçbir zaman boynuna pırlanta gerdanlık alamadım ama hep öpücüklerle sevdim boynunu. Hiçbir zaman ona ipek elbiseler giydiremedim ama kendi bedenimle ipek elbise gibi yumuşacık sardım bedenini ve mutlu ettim onu…
Adam ayağa kalktı:
- Bana müsaade, artık gitmeliyim, karım merak eder. Sende git evine küçük kızın gönlünü al, belki o küçük kız şimdi evde ağlayıp duruyordur.
Bülent de ayağa kalktı. Kuvvetlice elini sıktı adamın.
- Sizi tanıdığıma çok memnun oldum.
Elini bırakıp koluna girdi. Yolun karşısındaki pastaneyi gösterdi.
- Hadi gel. Eşin için şuradan çikolatalı pasta alalım, dedi.
Pastayı aldılar. Adam hayatında ilk defa karısına yaş pasta götürmenin mutluluğuyla, bin bir teşekkür ederek evinin yolunu tuttu. Bülent de pastanenin yanındaki manavdan karısının en sevdiği meyvelerden aldı.
Eve geldiğinde karısı şişmiş gözlerle mutfak masasında oturmuş su içiyordu. Bülent hiç konuşmadan meyveleri büyükçe bir tabağa döküp yıkadı. Sonra eşinin önüne koydu.
- Bunlar dünyanın en şanslı meyveleri, dedi. İnci hiç konuşmadı.
-Sorsana "niye" diye.
İnci kızgın kızgın:
-Niye, diye sordu.
- Çünkü dünyanın en güzel ve en tatlı kadının midesine gidecek, dedi gayet ciddi bir ses tonuyla. İnci şaşırmıştı. Bir anda yüzünün ifadesi yumuşamıştı.
- Bunlar senin sevdiğin meyveler, senin için aldım.
- Hayret bir şey! Her zaman kendi sevdiğin meyveleri alırdın. Benim hangi meyveleri sevdiğimi iyi hatırlamışsın. Aslında bu beklediğim istediğim bir şeydi. "bak senin sevdiğin meyveleri aldım" demen. Ama şimdi kıymeti yok. Çünkü sana çok kırgınım, meyve alarak gönlümü alamazsın.
- Özür dilerim seni kırdığım için.
Sonra Bülent yere diz çöktü.
- Cezam neyse razıyım. Ama bir tek şey istiyorum senden. Seni delice seven bu adamı senden mahrum etme. Bülent yere çömelmiş, boynu bükük bir vaziyette çok komik görünüyordu.
İnci kıkır kıkır gülmeye başladı.
- Affetmek o kadar kolay değil. Bakalım hangi cezalara katlanabileceksin, dedi.
Bülent işte o zaman ona muzip muzip bakan eşinin içinde sakladığı küçük kızı gördü. “Bundan sonra her şey daha farklı olacak” diye düşündü.
BU DA GEÇER YA HÛ!
'Bu da geçer Ya Hû' sözünün aslı bundan bin kusur sene önceye, Bizans dönemine uzanır. Bizanslılar, fena bir işe uğradıkları zaman 'Bu da geçer' manasına gelen 'k'afto ta perasi' demektedirler. İbare, Selçuklular zamanında İran taraflarına geçer; ama Farsçalaşıp 'in niz beguzered' olur; Osmanlılar devrinde Türkçe söylenip 'bu da geçer' yapılır. Derken, tekkelerde ve dergâhlarda da benimsenir ve sonuna 'Ya Allah' manasına gelen bir 'Ya Hû' ilave edilip 'Bu da geçer Ya Hû' haline gelir.
Ve hikayemiz…
Dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye ulaşır. Karşısına çıkanlara, kendisine yardım edecek, yemek ve yatak verecek biri olup olmadığını sorar. Köylüler, kendilerinin de fakir olduklarını, evlerinin küçük olduğunu söyler ve Şakir diye birinin çiftliğini tarif edip oraya gitmesini salık verirler.
Derviş yola koyulur, birkaç köylüye daha rastlar. Onların anlattıklarından, Şakir'in bölgenin en zengin kişilerinden birisi olduğunu anlar. Bölgedeki ikinci zengin ise Haddad adında bir başka çiftlik sahibidir.
Derviş, Şakir'in çiftliğine varır. Çok iyi karşılanır, iyi misafir edilir, yer içer, dinlenir. Şakir de, ailesi de hem misafirperver hem de gönlü geniş insanlardır...
Yola koyulma zamanı gelip Derviş, Şakir'e teşekkür ederken, "Böyle zengin olduğun için hep şükret." der. Şakir ise şöyle cevap verir: "Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen görünen, gerçeğin kendisi değildir. Bu da geçer..." Derviş, Şakir'in çiftliğinden ayrıldıktan sonra bu söz üzerine uzun uzun düşünür.
Birkaç yıl sonra, Derviş’in yolu yine aynı bölgeye düşer. Şâkir'i hatırlar, bir uğramaya karar verir. Yolda rastladığı köylülerle sohbet ederken Şakir'den söz eder.
"Ha, o Şakir mi?" der köylüler, "O iyice fakirleşti. Şimdi Haddad'ın yanında çalışıyor."
Derviş hemen Haddad'ın çiftliğine gider, Şakir'i bulur. Eski dostu yaşlanmıştır, üzerinde eski püskü giysiler vardır. Üç yıl önceki bir sel felâketinde bütün sığırları telef olmuş, evi yıkılmıştır. Toprakları da islenemez hale geldiği için tek çare olarak, selden hiç zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan Haddad'ın yanında çalışmak kalmıştır. Şakir ve ailesi üç yıldır Haddad'ın hizmetkârıdır.
Şakir, bu kez Derviş’i son derece mütevazı olan evinde misafir eder. Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır... Derviş, vedalaşırken Şakir'e olup bitenlerden ötürü ne kadar üzgün olduğunu söyler ve Şakir'den şu cevabı alır: "Üzülme... Unutma, bu da geçer..."
Derviş gezmeye devam eder ve yedi yıl sonra yolu yine o bölgeye düşer. Şaşkınlık içinde olan biteni öğrenir. Haddad birkaç yıl önce ölmüş, ailesi olmadığı için de bütün varını yoğunu en sadık hizmetkârı ve eski dostu Şakir'e bırakmıştır. Şakir, Haddad'ın konağında oturmaktadır, kocaman arazileri ve binlerce sığırı ile yine yörenin en zengin insanıdır. Derviş eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar sevindiğini söyler ve yine aynı cevabı alır: "Bu da geçer..."
Bir zaman sonra Derviş yine Şakir'i arar. Ona bir tepeyi işaret ederler. Tepede Şakir'in mezarı vardır ve taşında şu yazılıdır: "Bu da geçer." Derviş, "Ölümün nesi geçecek?" diye düşünür ve gider.
Ertesi yıl Şakir'in mezarını ziyaret etmek için geri döner; ama ortada ne tepe vardır ne de mezar. Büyük bir sel gelmiş, tepeyi önüne katmış, Şakir'den geriye bir iz dahi kalmamıştır...
O aralar ülkenin sultanı, kendisi için çok değişik bir yüzük yapılmasını ister. Öyle bir yüzük ki, mutsuz olduğunda ümidini tazelesin, mutlu olduğunda ise kendisini mutluluğun tembelliğine kaptırmaması gerektiğini hatırlatsın...
Hiç kimse sultani tatmin edecek böyle bir yüzüğü yapamaz. Sultanın adamları da bilge Derviş’i bulup yardım isterler. Derviş, sultanın kuyumcusuna hitaben bir mektup yazıp verir. Kısa bir süre sonra yüzük sultana sunulur. Sultan önce bir şey anlamaz; çünkü son derece sade bir yüzüktür bu. Sonra üzerindeki yazıya gözü takılır, biraz düşünür ve yüzüne büyük bir mutluluk ışığı yayılır: "Bu da geçer" yazmaktadır.
Ve hikayemiz…
Dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye ulaşır. Karşısına çıkanlara, kendisine yardım edecek, yemek ve yatak verecek biri olup olmadığını sorar. Köylüler, kendilerinin de fakir olduklarını, evlerinin küçük olduğunu söyler ve Şakir diye birinin çiftliğini tarif edip oraya gitmesini salık verirler.
Derviş yola koyulur, birkaç köylüye daha rastlar. Onların anlattıklarından, Şakir'in bölgenin en zengin kişilerinden birisi olduğunu anlar. Bölgedeki ikinci zengin ise Haddad adında bir başka çiftlik sahibidir.
Derviş, Şakir'in çiftliğine varır. Çok iyi karşılanır, iyi misafir edilir, yer içer, dinlenir. Şakir de, ailesi de hem misafirperver hem de gönlü geniş insanlardır...
Yola koyulma zamanı gelip Derviş, Şakir'e teşekkür ederken, "Böyle zengin olduğun için hep şükret." der. Şakir ise şöyle cevap verir: "Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen görünen, gerçeğin kendisi değildir. Bu da geçer..." Derviş, Şakir'in çiftliğinden ayrıldıktan sonra bu söz üzerine uzun uzun düşünür.
Birkaç yıl sonra, Derviş’in yolu yine aynı bölgeye düşer. Şâkir'i hatırlar, bir uğramaya karar verir. Yolda rastladığı köylülerle sohbet ederken Şakir'den söz eder.
"Ha, o Şakir mi?" der köylüler, "O iyice fakirleşti. Şimdi Haddad'ın yanında çalışıyor."
Derviş hemen Haddad'ın çiftliğine gider, Şakir'i bulur. Eski dostu yaşlanmıştır, üzerinde eski püskü giysiler vardır. Üç yıl önceki bir sel felâketinde bütün sığırları telef olmuş, evi yıkılmıştır. Toprakları da islenemez hale geldiği için tek çare olarak, selden hiç zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan Haddad'ın yanında çalışmak kalmıştır. Şakir ve ailesi üç yıldır Haddad'ın hizmetkârıdır.
Şakir, bu kez Derviş’i son derece mütevazı olan evinde misafir eder. Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır... Derviş, vedalaşırken Şakir'e olup bitenlerden ötürü ne kadar üzgün olduğunu söyler ve Şakir'den şu cevabı alır: "Üzülme... Unutma, bu da geçer..."
Derviş gezmeye devam eder ve yedi yıl sonra yolu yine o bölgeye düşer. Şaşkınlık içinde olan biteni öğrenir. Haddad birkaç yıl önce ölmüş, ailesi olmadığı için de bütün varını yoğunu en sadık hizmetkârı ve eski dostu Şakir'e bırakmıştır. Şakir, Haddad'ın konağında oturmaktadır, kocaman arazileri ve binlerce sığırı ile yine yörenin en zengin insanıdır. Derviş eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar sevindiğini söyler ve yine aynı cevabı alır: "Bu da geçer..."
Bir zaman sonra Derviş yine Şakir'i arar. Ona bir tepeyi işaret ederler. Tepede Şakir'in mezarı vardır ve taşında şu yazılıdır: "Bu da geçer." Derviş, "Ölümün nesi geçecek?" diye düşünür ve gider.
Ertesi yıl Şakir'in mezarını ziyaret etmek için geri döner; ama ortada ne tepe vardır ne de mezar. Büyük bir sel gelmiş, tepeyi önüne katmış, Şakir'den geriye bir iz dahi kalmamıştır...
O aralar ülkenin sultanı, kendisi için çok değişik bir yüzük yapılmasını ister. Öyle bir yüzük ki, mutsuz olduğunda ümidini tazelesin, mutlu olduğunda ise kendisini mutluluğun tembelliğine kaptırmaması gerektiğini hatırlatsın...
Hiç kimse sultani tatmin edecek böyle bir yüzüğü yapamaz. Sultanın adamları da bilge Derviş’i bulup yardım isterler. Derviş, sultanın kuyumcusuna hitaben bir mektup yazıp verir. Kısa bir süre sonra yüzük sultana sunulur. Sultan önce bir şey anlamaz; çünkü son derece sade bir yüzüktür bu. Sonra üzerindeki yazıya gözü takılır, biraz düşünür ve yüzüne büyük bir mutluluk ışığı yayılır: "Bu da geçer" yazmaktadır.
YÜREĞİMİZİ GETİRDİK SİZE
Dağlar arasında unutulmuş bir köy…Mardin'e bağlı…
Evlerinin kapıları kapalı köy, derin bir sessizliğe sarınmış sanki kuşluk uykusunu uyuyordu.
Bu köye ilk kez geliyorlardı…
Ortalıklarda kimsecikler görünmüyordu. İlk gün olmasına rağmen, bayramın neşvesinden hiçbir emare yoktu. …
Üç- beş bacadan tüten dumanlar üşüyor, yiyecek bulamadığı için karlı dallarda büzüşen kuşlar üşüyor, köy üşüyordu.
Her şey sinmiş, her şey susmuş bu köyde.
Koca köy, başını parkasına sokmuş bir adam gibi beyaz bir sessizliğe gömülmüş öylecene duruyordu.
Gözlerine, uzakta kardan bir kümbetin önünde eğilip kalkarak bir şeyler yapan bir kız çocuğu ilişti.
Köydeki tek hayat emaresine doğru sürdüler arabayı.
Küçük bir kız çocuğu; arada bir üşüyen minik ellerine hohlayarak karların altındaki tezekleri çıkarmaya çalışmaktadır.
Ayaklarındaki terlik üşüyor, rüzgârın üzerindeki elbise üşüyor, savrulan saçları üşüyor.
Arabanın kendine doğru geldiğini fark edince evine doğru koşar ve kapıyı korkuyla kapatır.
İstanbullu bir iş adamı olan Ahmet Bey, yol arkadaşı Cemil Bey'le birlikte; arabalarına yardım paketlerini, kurban etlerini doldurarak bu bayramı Güney Doğu'da geçirmeye karar verdiğinde yolları bu köye düşer.
Onlar yalnız değildi. On binlerce arkadaşları, Doğu'ya, Güney Doğu'ya, dünyanın dört bir yanına dağılmışlardı…Sanki küresel bayram günlerini idrak ediyordu insanlık.
Sabah şehirden geçerken, çocukların, asker ve polis ağabeylerinin elinden bayram hediyelerini alması çok rikkatlerine dokunmuş, yıllarca özlenen bu sevgi şölenini dakikalarca gözyaşları içinde izlerken "yüreklerine sevgi tohumları ekilen bu çocukların devlete, millete ve bayrağa asla düşman olmayacaklarını" düşünmüşlerdi.
Neyse ki yüreği bölünmüş bu onurlu insanları silahla sindirmenin çare olmadığı geç de olsa anlaşılmıştı.
Bayramları bile çalınmış bu köyde biraz önce bir kız çocuğunun koşarak girdiği kerpiç evin kapısını çalarlar. Turuncu renkli elbiselerinin sırt ve göğüslerindeki kelimeler dile gelir.
"Kimse yok mu?"
"Ne istiyorsunuz bizden?"
"Biz geldik kapıyı açar mısınız?
"Gidin artık buralardan, iki oğlumu aldınız, kızımı da aldınız, size verecek canımızdan başka bir şeyimiz kalmadı. Yeterin artık dokunmayın bize. Küçük bir kızımdan başka kimsem yoktur. Onu da beni öldürmeden alamazsınız."
Tedbirli giyindikleri için soğuk içlerine işlemese de duydukları karşısında ruhları donmuştur.
"Korkular sindirmiş bu insanları" der, Ahmet Bey;
"Anacığım! Biz onlardan değiliz, İstanbul'dan geldik, size kurbanlarımızı getirdik. Sizi kurban kılmak için değil, size kurban olmaya geldik; sizden almaya değil, size yüreğimizi vermeye geldik."
Kerpiç evin küçük tahta kapısı gıcırtıyla aralanır. Ağır bir tezek kokusu karşılar misafirleri. Kapının aralığında beli bükülmüş, omuzları kederden çökmüş, yaşlı bir ana belirir; "Hodeşti razı bi-hoş geldiniz- yavrularım"
Ahmet Bey'in İstanbul'daki anası gelir aklına; elli yıldan beri bayramları hep anasıyla birlikte idrak etmiştir. Bu bayram anasına sarılamamıştır. Anasına sarılır gibi sarılırken bu yaşlı kadına, kendi kendine;
"Anacığım! Kusura kalma bu bayram sana sarılamadım ama yıllardır evladına sarılamayan, yavrularının kokularını ciğerlerine çekemeyen acılı analar var buralarda. Bensiz bayramlara alış artık anacığım. Bundan böyle benim bayramlarım, bu analarla, bu çocuklarla geçecek. Hatta sizi de buralara getireceğim bayramlarda. Bayramlar paylaşmaktır ama biz sadece mutlulukları paylaşmışız, acıları değil. Buralarda paylaşılmamış yumak yumak acılar var anacığım" der.
Yaşlı kadın, Ahmet Bey'in ağladığını fark eder:
"Neden ağlıyorsun yavrum"
"Anam aklıma geldi anacığım, anam; sen bana anam gibi sarıldın da."
"Kapıyı geç açtığım için kusura kalmayın evlatlarım, teröristler iki körpe oğlumu ve kızımı kopardılar benden. Yüreğim, onların hasretiyle yanar yıllardır. Ben yine onlar geldi zannettim, bizim kapımızı bu güne kadar teröristlerden başka kimse çalmadı ki"
Kapının aralığında içerinin yürekler acısı manzarası görülür. Burası gerçekten bir ahırdır. On sekiz-yirmi metrekare bir oda; hem yatak odası, hem mutfak, hem misafir odası, birkaç da koyun bir arada, hepsi bu odanın içindedir. Gözyaşlarını tutamaz Ahmet
Bey; "Anacığım siz burada mı kalıyorsunuz?"
"He ya yavrum, burası sıcak oluyor, başka kalacak yerimiz de yoktur."
Ananın elini öperler, küçük kıza gocuk, elbise ayakkabı, eve, et ve gıda paketi bırakırlar.
Ahır evde; yıllardır cansız duran mutluluğun kalb atışları duyulmaya başlar.
Az önce üşüyen, titreyen kızcağız sıcacık gocuğun içinde minik bir prenses gibi gülücükler dağıtır.
"Anacığım! Biz diğer evlere nasıl ulaştıracağız bunları. Tek tek dert anlatmak zor olacak; bize yardımcı olur musun?"
Kapının önüne çıkar yaşlı ana ve bir zılgıt çeker, o sessiz ve sakin köyün kerpiç evlerinin kapıları açılır ve her evden beşer onar çocuk dışarı fırlar.
Az sonra yardım konvoyunun etrafı çocuk, kadın, erkek dolmuştur.
Çokların üzerinde doğru dürüst giyecek elbiseleri, ayaklarında ayakkabıları yoktur.
Buz kesmiş ellerine aldıkları yardım paketleriyle atlı karıncalar gibi tutarlar evlerinin yolunu. En son kalan boynu bükük bir kız çocuğudur. Günlerdir tarak yüzü görmediğinden, pürçeklenmiş saçları savrulmaktadır soğukta. "Belli ki annesinin taramaya eli ermemiş" diye düşünürler.
Ellerinin eklem yerleri param parça olmuş küçük kız, paketi tutmakta zorlanır.
Ahmet Bey'in dikkatini çeker küçük kızın perişan hali. Gönlü hoş olsun diye; "Anne- babana da selam söyle" diye seslenir arkasından. Arkasına dönüp, acı pınarı çakır gözleriyle Ahmet Bey'in yüreğini delercesine bakan zavallı kızcağızın yanaklarında üşür gözyaşları.
"Annem -babam yok ki"
Bittiği andır Ahmet Bey'in, sözler ağzında düğümlenir, yaşlar gözünde irileşir, yüreğindeki acı dalgaları kabarır. Yanına gider, ellerini gezindirir ipek saçlarında.
"Kabul edersen ben senin baban olmak istiyorum. Pek yakında hanımımı da getireceğim o da annen olacak. Sen ve kardeşlerin artık bizim evladımız olacaksınız. Sizi okutacağız, her türlü ihtiyacınızı biz karşılayacağız. Sen şimdi üzülme" der ve elleriyle siler üşüyen gözyaşlarını.
Paketleri birlikte taşırlar evine; ipek saçlı kızın, çakır gözlü kızın, yetim kızın.. .
Gün ikindiye kaydığında ulaşmadıkları kimse kalmamıştır.
Evlerinin kapıları kapalı köy, derin bir sessizliğe sarınmış sanki kuşluk uykusunu uyuyordu.
Bu köye ilk kez geliyorlardı…
Ortalıklarda kimsecikler görünmüyordu. İlk gün olmasına rağmen, bayramın neşvesinden hiçbir emare yoktu. …
Üç- beş bacadan tüten dumanlar üşüyor, yiyecek bulamadığı için karlı dallarda büzüşen kuşlar üşüyor, köy üşüyordu.
Her şey sinmiş, her şey susmuş bu köyde.
Koca köy, başını parkasına sokmuş bir adam gibi beyaz bir sessizliğe gömülmüş öylecene duruyordu.
Gözlerine, uzakta kardan bir kümbetin önünde eğilip kalkarak bir şeyler yapan bir kız çocuğu ilişti.
Köydeki tek hayat emaresine doğru sürdüler arabayı.
Küçük bir kız çocuğu; arada bir üşüyen minik ellerine hohlayarak karların altındaki tezekleri çıkarmaya çalışmaktadır.
Ayaklarındaki terlik üşüyor, rüzgârın üzerindeki elbise üşüyor, savrulan saçları üşüyor.
Arabanın kendine doğru geldiğini fark edince evine doğru koşar ve kapıyı korkuyla kapatır.
İstanbullu bir iş adamı olan Ahmet Bey, yol arkadaşı Cemil Bey'le birlikte; arabalarına yardım paketlerini, kurban etlerini doldurarak bu bayramı Güney Doğu'da geçirmeye karar verdiğinde yolları bu köye düşer.
Onlar yalnız değildi. On binlerce arkadaşları, Doğu'ya, Güney Doğu'ya, dünyanın dört bir yanına dağılmışlardı…Sanki küresel bayram günlerini idrak ediyordu insanlık.
Sabah şehirden geçerken, çocukların, asker ve polis ağabeylerinin elinden bayram hediyelerini alması çok rikkatlerine dokunmuş, yıllarca özlenen bu sevgi şölenini dakikalarca gözyaşları içinde izlerken "yüreklerine sevgi tohumları ekilen bu çocukların devlete, millete ve bayrağa asla düşman olmayacaklarını" düşünmüşlerdi.
Neyse ki yüreği bölünmüş bu onurlu insanları silahla sindirmenin çare olmadığı geç de olsa anlaşılmıştı.
Bayramları bile çalınmış bu köyde biraz önce bir kız çocuğunun koşarak girdiği kerpiç evin kapısını çalarlar. Turuncu renkli elbiselerinin sırt ve göğüslerindeki kelimeler dile gelir.
"Kimse yok mu?"
"Ne istiyorsunuz bizden?"
"Biz geldik kapıyı açar mısınız?
"Gidin artık buralardan, iki oğlumu aldınız, kızımı da aldınız, size verecek canımızdan başka bir şeyimiz kalmadı. Yeterin artık dokunmayın bize. Küçük bir kızımdan başka kimsem yoktur. Onu da beni öldürmeden alamazsınız."
Tedbirli giyindikleri için soğuk içlerine işlemese de duydukları karşısında ruhları donmuştur.
"Korkular sindirmiş bu insanları" der, Ahmet Bey;
"Anacığım! Biz onlardan değiliz, İstanbul'dan geldik, size kurbanlarımızı getirdik. Sizi kurban kılmak için değil, size kurban olmaya geldik; sizden almaya değil, size yüreğimizi vermeye geldik."
Kerpiç evin küçük tahta kapısı gıcırtıyla aralanır. Ağır bir tezek kokusu karşılar misafirleri. Kapının aralığında beli bükülmüş, omuzları kederden çökmüş, yaşlı bir ana belirir; "Hodeşti razı bi-hoş geldiniz- yavrularım"
Ahmet Bey'in İstanbul'daki anası gelir aklına; elli yıldan beri bayramları hep anasıyla birlikte idrak etmiştir. Bu bayram anasına sarılamamıştır. Anasına sarılır gibi sarılırken bu yaşlı kadına, kendi kendine;
"Anacığım! Kusura kalma bu bayram sana sarılamadım ama yıllardır evladına sarılamayan, yavrularının kokularını ciğerlerine çekemeyen acılı analar var buralarda. Bensiz bayramlara alış artık anacığım. Bundan böyle benim bayramlarım, bu analarla, bu çocuklarla geçecek. Hatta sizi de buralara getireceğim bayramlarda. Bayramlar paylaşmaktır ama biz sadece mutlulukları paylaşmışız, acıları değil. Buralarda paylaşılmamış yumak yumak acılar var anacığım" der.
Yaşlı kadın, Ahmet Bey'in ağladığını fark eder:
"Neden ağlıyorsun yavrum"
"Anam aklıma geldi anacığım, anam; sen bana anam gibi sarıldın da."
"Kapıyı geç açtığım için kusura kalmayın evlatlarım, teröristler iki körpe oğlumu ve kızımı kopardılar benden. Yüreğim, onların hasretiyle yanar yıllardır. Ben yine onlar geldi zannettim, bizim kapımızı bu güne kadar teröristlerden başka kimse çalmadı ki"
Kapının aralığında içerinin yürekler acısı manzarası görülür. Burası gerçekten bir ahırdır. On sekiz-yirmi metrekare bir oda; hem yatak odası, hem mutfak, hem misafir odası, birkaç da koyun bir arada, hepsi bu odanın içindedir. Gözyaşlarını tutamaz Ahmet
Bey; "Anacığım siz burada mı kalıyorsunuz?"
"He ya yavrum, burası sıcak oluyor, başka kalacak yerimiz de yoktur."
Ananın elini öperler, küçük kıza gocuk, elbise ayakkabı, eve, et ve gıda paketi bırakırlar.
Ahır evde; yıllardır cansız duran mutluluğun kalb atışları duyulmaya başlar.
Az önce üşüyen, titreyen kızcağız sıcacık gocuğun içinde minik bir prenses gibi gülücükler dağıtır.
"Anacığım! Biz diğer evlere nasıl ulaştıracağız bunları. Tek tek dert anlatmak zor olacak; bize yardımcı olur musun?"
Kapının önüne çıkar yaşlı ana ve bir zılgıt çeker, o sessiz ve sakin köyün kerpiç evlerinin kapıları açılır ve her evden beşer onar çocuk dışarı fırlar.
Az sonra yardım konvoyunun etrafı çocuk, kadın, erkek dolmuştur.
Çokların üzerinde doğru dürüst giyecek elbiseleri, ayaklarında ayakkabıları yoktur.
Buz kesmiş ellerine aldıkları yardım paketleriyle atlı karıncalar gibi tutarlar evlerinin yolunu. En son kalan boynu bükük bir kız çocuğudur. Günlerdir tarak yüzü görmediğinden, pürçeklenmiş saçları savrulmaktadır soğukta. "Belli ki annesinin taramaya eli ermemiş" diye düşünürler.
Ellerinin eklem yerleri param parça olmuş küçük kız, paketi tutmakta zorlanır.
Ahmet Bey'in dikkatini çeker küçük kızın perişan hali. Gönlü hoş olsun diye; "Anne- babana da selam söyle" diye seslenir arkasından. Arkasına dönüp, acı pınarı çakır gözleriyle Ahmet Bey'in yüreğini delercesine bakan zavallı kızcağızın yanaklarında üşür gözyaşları.
"Annem -babam yok ki"
Bittiği andır Ahmet Bey'in, sözler ağzında düğümlenir, yaşlar gözünde irileşir, yüreğindeki acı dalgaları kabarır. Yanına gider, ellerini gezindirir ipek saçlarında.
"Kabul edersen ben senin baban olmak istiyorum. Pek yakında hanımımı da getireceğim o da annen olacak. Sen ve kardeşlerin artık bizim evladımız olacaksınız. Sizi okutacağız, her türlü ihtiyacınızı biz karşılayacağız. Sen şimdi üzülme" der ve elleriyle siler üşüyen gözyaşlarını.
Paketleri birlikte taşırlar evine; ipek saçlı kızın, çakır gözlü kızın, yetim kızın.. .
Gün ikindiye kaydığında ulaşmadıkları kimse kalmamıştır.
BEN OKUMAYACAĞIM
Mart ayı gelmişti ama kızım hala okumaya geçmemişti. Ödevlerini
yapmamak için bir sürü bahane buluyordu. Elimden geldiğince
ilgileniyor, çalışma şevki kazanması için çabalıyordum. Ancak hiçbir gelişme yoktu.
Adeta inatla okuma-yazma öğrenmemeye çalışıyor gibiydi. Öğretmenliğin kazandırdığı bütün deneyimlerimi kullanıyor, hiçbirinin işe yaramadığını gördükçe telaşım artıyordu.
Kızımdan bir yaş küçük oğlum ve henüz yedi aylık bebeğimden
çalabildiğim her dakikayı kızıma ayırıyor, ancak öğretmeniyle her
konuştuğumda büyük bir düş kırıklığı ile eve dönüyordum. 'Kızım acaba geri zekalı mı' diye düşündüğüm oluyor, bu düşünceler yüzünden beynimin zonklamasını geçirmek için iki, üç tane ağrı kesici almak zorunda kalıyordum.
O soğuk mart akşamında, sönmeye yüz tutmuş sobanın yanında, kızıma heceleri söktürebilmek için uğraşırken, onun ilgisizliği kalan son sabrımı da tüketti. Ayların birikimiyle kızı mı omuzlarından tutup, silktim ve minicik yanağına hatırladıkça utandığım' bir tokat attım. Yanağı kıpkırmızı oldu. Şaşkın ama kızgın baktı. Ağlamamak için minik dudaklarını sürekli büküyor, bakışları kalbimin ötelerine doğru ok gibi ilerliyordu.
Sessizliği bozan ben oldum.
"Neden? Nazlıhan neden? Niçin okumayı öğrenmek için gayret
göstermiyorsun? Sen aptal değilsin. Neden kendine aptalmışsın gibi davranılmasına izin veriyorsun?"
Bir an durdu, sonra sesinin bütün yırtıcılığı ve kiniyle, "Çünkü
ben okumak istemiyorum" diye haykırdı. Kulaklarıma inanamıyordum. Yüksek tahsil yapıp, iyi bir geleceği olacağını düşlediğim biricik kızım, benim, ben öğretmen Emine Özgenç'in kızı "Okumak istemiyorum" diye bağırıyordu.
Hayal kırıklığı ve şaşkınlık içerisinde "Neden?" diye sorabildim. "Çünkü ben senin gibi okuyup, öğretmen olup, çocuklarımı evde yalnız bırakıp işe gitmeyeceğim. Çalışmayacağım. Ben sadece anne
olacağım."
Kızım konuşmuyor, adeta beni tokatlıyordu. Başım dönüyor, gözüm kararıyor, bu sözlerin gerçekten kızıma mı ait olduğunu anlamaya çalışıyordum. Evet bu sözleri bana yedi yaşındaki kızım
söylüyordu.
"İnsan şimdi bayılmaz da ne zaman bayılır" diye düşündüm. Sanki birden, gözlerimin önünde bir sinema perdesi açıldı ve acı bir film
oynamaya başladı. Yozgat'ın Nohutlu Tepesi'nde, o her çıkışımda hiç bitmeyeceğini düşündüğüm yokuşun başındaki bir türlü ısıtamadığım evi hatırladım.
12 Eylül sonrası, eşimin (birçok insana yapıldığı gibi) hiç
anlayamadığım bir tarzda ve sebepsizce tutuklanıp cezaevine
götürülüşü. Aylarca tutuklu olduğu halde mahkemenin bir türlü başlamayışı. Yıllarca süren ve benim, eşimin neden tutuklandığını beraat ettikten sonra bile anlamadığım mahkemeler. Bakamadığım için dokuz aylık oğlumu Samsun'a, anneme bırakmam. Bakıcı ve anaokulu masraflarını karşılayamadığım için, iki yaşındaki kızımı her gün çalıştığım liseye götürüşüm. Yavrumun öğretmenler odasında koltuklarda uyuyuşu. Uykusunun en derin yerinde çalan teneffüs ziliyle yavrumun fırlayıp koltuklara oturuşu. Sonra müdürün beni çağırıp,
-"Bak Emine Hanım, biliyorum zor durumdasın ama seni gören herkes çocuğunu okula getirmeye başladı. Burası çocuk yuvası değil ki. Bir daha kızını okula getirme" deyişi.
O günden sonra iki buçuk yaşındaki kızımı o koskoca, o sopsoğuk evde, yalnız başına bırakıp, dönene kadar kızımı koruması için Allah'a yalvarışlarım. Acıkır ve susar diye etrafa bıraktığım su bardakları ve yiyecekler. Her akşam eve döndüğümde yavrumu bir köşede battaniyenin altında büzüşmüş buluşum.
-"Yavrum, iyi misin? Korktun mu?" diye sorunca,
-"Korktum, ağladım, ağladım, yoruldum, sustum, sonra yine ağladım" diyerek boynuma sarılışı. Bir film şeridi gibi geçiyordu gözlerimin önünden.
Bir türlü filmin sonu gelmiyordu. Nisan sonlarına doğru bir öğle paydosunda eve gelmiş ve zili çalmak zorunda kalmıştım. O sabah telaşla çıkarken anahtarı evde unutmuştum. Ama çok dert
etmemiştim. Nasılsa kızım evdeydi. Kapıyı açardı. Ama açmadı.
Açmadığı gibi sesinin bütün gücüyle "Anne" diyerek ağlıyordu. "Kızım, ben annenim, aç kapıyı" dedikçe o;
"Hayır sen annem değilsin. Sen kurtsun. Beni yiyeceksin" diye feryat ediyordu. Ne söyledimse inandıramadım. Dinlediği bir masaldan etkilenmişti besbelli. Yavrum, minik yavrum korkuyor ve ağlıyordu. Yarım saat uğraşmış, ikna edememiştim.
Yapacağım tek şey vardı. Bir şekilde içeri girmek. Ama nasıl? Kapıyı kıracak gücüm yoktu. Nohutlu Tepesi'nde çilingir ne gezerdi. İçerde yavrum feryat figan ağlıyordu.
Neden sonra alt kata inmeyi düşündüm. Kapıyı açan komşuma bir yandan olayları anlatıyor, bir yandan balkona doğru koşuyordum. Bir sandalye bulup balkona yerleştirdim ve üst kattaki evimin balkonuna ulaştım. Ben,153 santimlik ufak tefek kadın, bir sandalye yardımıyla nasıl olup üç metrelik tırmanışı gerçekleştirerek, üçüncü kattaki evimin balkonuna ulaştım. Hala anlamış değilim. Sanki görünmeyen bir el beni yukarı çekti.
Balkonun kapısı pek sağlam olmadığından, kilidi kolayca açıp içeri
koştum. Kızım kapının dibine oturmuş, başını bacaklarının arasına
sıkıştırmış ağlıyordu. Sarıldım, sarıldım, sarıldım... Göz
yaşlarım onunkiyle karıştı. Koynuma büzüldü. Sadece;
"Annem, anneciğim, kurt beni yiyecekti" diyebiliyordu.
O gün öğleden sonraki ilk dersimi kaçırdım. Müdürün ikazına rağmen kızımı sınıfıma götürdüm. Önce müdür muavini, sonra müdür tarafından azarlandım ama hiç cevap vermedim. Sadece göz pınarlarımda iki damla yaş belirdi. Ve o yaşlar müdürün birden susup özür dilemesine sebep oldu.
Evet bu acı film bitecek gibi değil.
Kızımın sesiyle irkildim. "Ben okumayacağım. Anne olacağım diye feryat ediyordu. Feryat etmiyor sanki beni tokatlıyordu. Ona iyi bir anne olamadığımı ve bundan duyduğu rahatsızlığı bu sözlerle haykırıyordu yüzüme. Hayatımın hiçbir anında böylesine bir acı yaşamamıştım. Hiçbir söz yüreğimi ve belleğimi böylesine hırpalamamıştı.
Kızımın kestane rengi saçlarını okşadım. Tokadımla kızaran
yanağını öptüm. Başını göğsüme bastırdım. Onun hafızasında yer eden bütün acıları silmek istiyordum. En doğru, en eğitici sözleri bulmalıydım. Ama nasıl? Bu allak bullak beyinle nasıl?
Öylece ne kadar kaldık bilemiyorum. Bir ara konuşacak gücü
bulabildim.
"Kızım, her okuyan kadın çalışmak zorunda değildir. Sen iyi bir
anne olmak istiyorsun. Ben de iyi bir anne olmanı istiyorum. Ancak, okursan,bilgili olursan, iyi bir anne olabilirsin. Çalışmak zorunda değilsin ki. Sen de evde çocuklarına bakar, onlara okuma yazma öğretirsin" diye devam eden birçok cümle sıraladım peş peşe. Kızım ikna olmuş görünüyordu.
Ertesi gün okuldan geldiğinde onu masanın başında Cin Ali kitabını okurken buldum. Kızım, okuyup yazmayı aylar önce öğrenmiş fakat ısrarla herkesten saklamıştı.
Öğretmeni şaşkındı. "Nasıl olur da bir çocuk, bir günde bu kadar
ilerleme kaydedebilir?" diye soruyordu.
Bu sorunun cevabı öyle uzun ve anlaşılması öyle güçtü ki... O an susmak, en güzel cevaptı çünkü bu sorunun cevabını ancak ben ve Nazlıhan anlayabilirdik.
Emine Özgenç
yapmamak için bir sürü bahane buluyordu. Elimden geldiğince
ilgileniyor, çalışma şevki kazanması için çabalıyordum. Ancak hiçbir gelişme yoktu.
Adeta inatla okuma-yazma öğrenmemeye çalışıyor gibiydi. Öğretmenliğin kazandırdığı bütün deneyimlerimi kullanıyor, hiçbirinin işe yaramadığını gördükçe telaşım artıyordu.
Kızımdan bir yaş küçük oğlum ve henüz yedi aylık bebeğimden
çalabildiğim her dakikayı kızıma ayırıyor, ancak öğretmeniyle her
konuştuğumda büyük bir düş kırıklığı ile eve dönüyordum. 'Kızım acaba geri zekalı mı' diye düşündüğüm oluyor, bu düşünceler yüzünden beynimin zonklamasını geçirmek için iki, üç tane ağrı kesici almak zorunda kalıyordum.
O soğuk mart akşamında, sönmeye yüz tutmuş sobanın yanında, kızıma heceleri söktürebilmek için uğraşırken, onun ilgisizliği kalan son sabrımı da tüketti. Ayların birikimiyle kızı mı omuzlarından tutup, silktim ve minicik yanağına hatırladıkça utandığım' bir tokat attım. Yanağı kıpkırmızı oldu. Şaşkın ama kızgın baktı. Ağlamamak için minik dudaklarını sürekli büküyor, bakışları kalbimin ötelerine doğru ok gibi ilerliyordu.
Sessizliği bozan ben oldum.
"Neden? Nazlıhan neden? Niçin okumayı öğrenmek için gayret
göstermiyorsun? Sen aptal değilsin. Neden kendine aptalmışsın gibi davranılmasına izin veriyorsun?"
Bir an durdu, sonra sesinin bütün yırtıcılığı ve kiniyle, "Çünkü
ben okumak istemiyorum" diye haykırdı. Kulaklarıma inanamıyordum. Yüksek tahsil yapıp, iyi bir geleceği olacağını düşlediğim biricik kızım, benim, ben öğretmen Emine Özgenç'in kızı "Okumak istemiyorum" diye bağırıyordu.
Hayal kırıklığı ve şaşkınlık içerisinde "Neden?" diye sorabildim. "Çünkü ben senin gibi okuyup, öğretmen olup, çocuklarımı evde yalnız bırakıp işe gitmeyeceğim. Çalışmayacağım. Ben sadece anne
olacağım."
Kızım konuşmuyor, adeta beni tokatlıyordu. Başım dönüyor, gözüm kararıyor, bu sözlerin gerçekten kızıma mı ait olduğunu anlamaya çalışıyordum. Evet bu sözleri bana yedi yaşındaki kızım
söylüyordu.
"İnsan şimdi bayılmaz da ne zaman bayılır" diye düşündüm. Sanki birden, gözlerimin önünde bir sinema perdesi açıldı ve acı bir film
oynamaya başladı. Yozgat'ın Nohutlu Tepesi'nde, o her çıkışımda hiç bitmeyeceğini düşündüğüm yokuşun başındaki bir türlü ısıtamadığım evi hatırladım.
12 Eylül sonrası, eşimin (birçok insana yapıldığı gibi) hiç
anlayamadığım bir tarzda ve sebepsizce tutuklanıp cezaevine
götürülüşü. Aylarca tutuklu olduğu halde mahkemenin bir türlü başlamayışı. Yıllarca süren ve benim, eşimin neden tutuklandığını beraat ettikten sonra bile anlamadığım mahkemeler. Bakamadığım için dokuz aylık oğlumu Samsun'a, anneme bırakmam. Bakıcı ve anaokulu masraflarını karşılayamadığım için, iki yaşındaki kızımı her gün çalıştığım liseye götürüşüm. Yavrumun öğretmenler odasında koltuklarda uyuyuşu. Uykusunun en derin yerinde çalan teneffüs ziliyle yavrumun fırlayıp koltuklara oturuşu. Sonra müdürün beni çağırıp,
-"Bak Emine Hanım, biliyorum zor durumdasın ama seni gören herkes çocuğunu okula getirmeye başladı. Burası çocuk yuvası değil ki. Bir daha kızını okula getirme" deyişi.
O günden sonra iki buçuk yaşındaki kızımı o koskoca, o sopsoğuk evde, yalnız başına bırakıp, dönene kadar kızımı koruması için Allah'a yalvarışlarım. Acıkır ve susar diye etrafa bıraktığım su bardakları ve yiyecekler. Her akşam eve döndüğümde yavrumu bir köşede battaniyenin altında büzüşmüş buluşum.
-"Yavrum, iyi misin? Korktun mu?" diye sorunca,
-"Korktum, ağladım, ağladım, yoruldum, sustum, sonra yine ağladım" diyerek boynuma sarılışı. Bir film şeridi gibi geçiyordu gözlerimin önünden.
Bir türlü filmin sonu gelmiyordu. Nisan sonlarına doğru bir öğle paydosunda eve gelmiş ve zili çalmak zorunda kalmıştım. O sabah telaşla çıkarken anahtarı evde unutmuştum. Ama çok dert
etmemiştim. Nasılsa kızım evdeydi. Kapıyı açardı. Ama açmadı.
Açmadığı gibi sesinin bütün gücüyle "Anne" diyerek ağlıyordu. "Kızım, ben annenim, aç kapıyı" dedikçe o;
"Hayır sen annem değilsin. Sen kurtsun. Beni yiyeceksin" diye feryat ediyordu. Ne söyledimse inandıramadım. Dinlediği bir masaldan etkilenmişti besbelli. Yavrum, minik yavrum korkuyor ve ağlıyordu. Yarım saat uğraşmış, ikna edememiştim.
Yapacağım tek şey vardı. Bir şekilde içeri girmek. Ama nasıl? Kapıyı kıracak gücüm yoktu. Nohutlu Tepesi'nde çilingir ne gezerdi. İçerde yavrum feryat figan ağlıyordu.
Neden sonra alt kata inmeyi düşündüm. Kapıyı açan komşuma bir yandan olayları anlatıyor, bir yandan balkona doğru koşuyordum. Bir sandalye bulup balkona yerleştirdim ve üst kattaki evimin balkonuna ulaştım. Ben,153 santimlik ufak tefek kadın, bir sandalye yardımıyla nasıl olup üç metrelik tırmanışı gerçekleştirerek, üçüncü kattaki evimin balkonuna ulaştım. Hala anlamış değilim. Sanki görünmeyen bir el beni yukarı çekti.
Balkonun kapısı pek sağlam olmadığından, kilidi kolayca açıp içeri
koştum. Kızım kapının dibine oturmuş, başını bacaklarının arasına
sıkıştırmış ağlıyordu. Sarıldım, sarıldım, sarıldım... Göz
yaşlarım onunkiyle karıştı. Koynuma büzüldü. Sadece;
"Annem, anneciğim, kurt beni yiyecekti" diyebiliyordu.
O gün öğleden sonraki ilk dersimi kaçırdım. Müdürün ikazına rağmen kızımı sınıfıma götürdüm. Önce müdür muavini, sonra müdür tarafından azarlandım ama hiç cevap vermedim. Sadece göz pınarlarımda iki damla yaş belirdi. Ve o yaşlar müdürün birden susup özür dilemesine sebep oldu.
Evet bu acı film bitecek gibi değil.
Kızımın sesiyle irkildim. "Ben okumayacağım. Anne olacağım diye feryat ediyordu. Feryat etmiyor sanki beni tokatlıyordu. Ona iyi bir anne olamadığımı ve bundan duyduğu rahatsızlığı bu sözlerle haykırıyordu yüzüme. Hayatımın hiçbir anında böylesine bir acı yaşamamıştım. Hiçbir söz yüreğimi ve belleğimi böylesine hırpalamamıştı.
Kızımın kestane rengi saçlarını okşadım. Tokadımla kızaran
yanağını öptüm. Başını göğsüme bastırdım. Onun hafızasında yer eden bütün acıları silmek istiyordum. En doğru, en eğitici sözleri bulmalıydım. Ama nasıl? Bu allak bullak beyinle nasıl?
Öylece ne kadar kaldık bilemiyorum. Bir ara konuşacak gücü
bulabildim.
"Kızım, her okuyan kadın çalışmak zorunda değildir. Sen iyi bir
anne olmak istiyorsun. Ben de iyi bir anne olmanı istiyorum. Ancak, okursan,bilgili olursan, iyi bir anne olabilirsin. Çalışmak zorunda değilsin ki. Sen de evde çocuklarına bakar, onlara okuma yazma öğretirsin" diye devam eden birçok cümle sıraladım peş peşe. Kızım ikna olmuş görünüyordu.
Ertesi gün okuldan geldiğinde onu masanın başında Cin Ali kitabını okurken buldum. Kızım, okuyup yazmayı aylar önce öğrenmiş fakat ısrarla herkesten saklamıştı.
Öğretmeni şaşkındı. "Nasıl olur da bir çocuk, bir günde bu kadar
ilerleme kaydedebilir?" diye soruyordu.
Bu sorunun cevabı öyle uzun ve anlaşılması öyle güçtü ki... O an susmak, en güzel cevaptı çünkü bu sorunun cevabını ancak ben ve Nazlıhan anlayabilirdik.
Emine Özgenç
SON DERS
Günün son dersinin sonuna gelinmişti. Öğrenciler çıkmak için sabırsızlanıyordu. Defter ve kitaplarını çantalarına koydular. Zil çalar çalmaz, dışarı çıkmak için hazırdılar. Yalnız, Ali hazırlanmamıştı. Gecikmek için de elinden geleni yapıyordu. Nihayet zil çaldı. Öğrenciler bir anda kapıya yöneldi. Ali, yerinden kalkmadı. Ağır ağır eşyasını topladı. Bir yandan göz ucuyla öğretmenine bakıyor, bir yandan da arkadaşlarının gitmesini bekliyordu.
Öğretmeni, onun bu halini fark etti:
- Hayrola Ali, dedi. Eve gitmeyecek misin?
Ali, son arkadaşının da çıktığını görünce cevap verdi:
- Sizinle konuşmak istiyordum öğretmenim.
- Peki, dedi öğretmeni. Ne söyleyeceksin bakalım?
- Ahmet arkadaşımız var ya…
- Evet, ne olmuş Ahmet'e?
- Durumları pek iyi değil galiba. Annesi, beslenme çantasına pekiyi şeyler koymuyor.
- Eee?
- Ona yardım etmek istiyorum. Ama benim yardim ettiğimi bilirse üzülür. Günde bir simit parası biriktirip her hafta size versem, siz de ona verseniz?
Cebinden bir avuç bozuk para çıkarıp öğretmenin masasının üzerine koydu. Nurhan Öğretmen, paraya dokunmadı. Sandalyesine oturup düşündü. Ali hakkındaki bilgilerini yokladı. Bildiği kadarıyla ailesinin durumu pekiyi değildi. Bu çalışkan ve sevimli öğrencisi, ne kadar da iyi niyetli ve düşünceliydi. Zengin bir ailenin çocuğu değildi. Buna rağmen yardim etmek istiyordu. Üstelik yardım ettiğinin bilinmesini istemiyordu.
Nurhan Öğretmen:
- Dur bakalım Ali, dedi. Bildiğim kadarıyla sizin de maddî durumunuz pekiyi değil. Yanlış mı biliyorum?
- Doğru biliyorsunuz öğretmenim. Babam gündelikçi. Çoğu zaman iş bulamıyor. Ama ben de çalışıyor, para kazanıyorum.
- Nerede çalışıyorsun?
- Simit satıyorum.
Nurhan Öğretmen yine durup düşündü. İyiliğin bu kadarına ne demeliydi şimdi? Bunun gerçekleşmesi zordu. Onu, bundan vazgeçirmek için bir çare bulmalıydı. Bunu yaparken, sevimli öğrencisini de kırmamalıydı. Onunla biraz daha konuşursa, belki bir yolunu bulurdu.
Nurhan Öğretmen, Ali'ye dondu:
- Büyüyünce ne olmak istiyorsun, diye sordu.
- Çok zengin bir işadamı…
- Niçin?
- İnsanlara daha çok yardım etmek için…
- Güzel, dedi Nurhan Öğretmen. Bak şimdi Ali, Ahmet'in ailesinin durumu pek iyi değil, bu doğru. Ama sizinki de bundan pek farklı değil. İstersen acele etme. Çok zengin olduğun zaman insanlara yardım edersin. Olmaz mı?
- Olmaz, dedi Ali. Şimdi yapmalıyım.
— Neden olmaz?
— Üç sebepten dolayı olmaz.
Birincisi: Bu para zaten benim değil. İyilik ettiğim için Allah, beni insanlara sevimli gösteriyor. İnsanlar da bundan etkileniyor, daha çok simit alıyorlar. Bu sayede gün boyu çalışanlardan bile fazla simit satıyorum. Hele mahallede Hasan Amca var, her gün iki simit alıp güvercinlere veriyor.
İkincisi: 'Ağaç yaş iken eğilir.' deniliyor. Şimdiden iyilik yapmayı öğrenmezsem büyüdüğümde hiç yapamam. Şimdiden iyilik yapmayıp bunu zenginlik günlerime ertelersem, zengin olduğum günlerde de daha zengin olduğum günlere erteler kendimi kandırmış olurum.
Üçüncüsü ise daha önemli: Büyüdüğüm zaman çok zengin bir işadamı olmak istiyorum. Zamanında yatırım yapmayanlar büyük işadamı olamazlar.
Nurhan Öğretmen, karsısında büyük biri varmış gibi dinliyordu:
- Bu sonuncusunu pekiyi anlayamadım, dedi.
- Açıklayayım öğretmenim, dedi Ali. Şimdi, çok zengin olmadığım için, ancak günde bir simit parası kadar yardım edebiliyorum. Bundan fazlasını veremem. Allah, Cennet'i gücü kadar iyilik edene veriyor. Şimdi gücüm bu olduğuna göre, Cennet'in fiyatı birkaç simit parası kadardır. Eğer zengin olmadan ölürsem birkaç simit parasıyla Cennet'e girebilirim. Bundan daha karlı bir yatırım olur mu ?
Nurhan Öğretmen'in gözleri dolmuştu. Başını 'Evet' anlamında sallarken Ali'yi evine yolladı.
Sınıfa geri dönerken okulun boşaldığını fark etti. Eşyalarını toplamak için masasına döndüğünde Ali'nin bıraktığı paraların masa üstünde kaldığını fark etti. Sandalyesine gayri ihtiyari oturdu ve paraları eline aldı.
Hiçbir para ona bu kadar kıymetli gelmemişti. Sanki elinde dünyanın en kıymetli incilerini, yakutlarını, elmaslarını tutuyordu. Hatta bu paralar onlardan bile kıymetliydi. Bu paralar, bu bozuk simit paraları, Cennet'i satın alabilecek paralardı. Sanki hiç bırakmak istemeyen bir duygu ile sımsıkı kavradı bu bozuk simit paralarını.
Oturduğu yerden kalkamadı Nurhan Öğretmen. İçinin dolduğunu, tarif edilemeyen duygulara boğulduğunu hissetti. Birden boşalan sağanak yağmurlar gibi ağlamaya başladı. Ağladı… Ağladı… Ağladı.
Kendine geldiğinde aksam olmuştu. Yavaş adımlarla sınıftan çıkıp okuldan ayrılırken bekçi Sadık 'Bozuk Simit paraları ile cenneti satın almak... Bozuk Simit paraları ile cenneti satın almak' diye Nurhan öğretmenin sayıkladığını duydu. Bekçinin hayretler içinde, 'Ne dediniz hocam?' demesini bile duymayan Nurhan öğretmen, bekçinin şaşkın bakışları altında akşamın alaca karanlığına karışıvermişti.
Öğretmeni, onun bu halini fark etti:
- Hayrola Ali, dedi. Eve gitmeyecek misin?
Ali, son arkadaşının da çıktığını görünce cevap verdi:
- Sizinle konuşmak istiyordum öğretmenim.
- Peki, dedi öğretmeni. Ne söyleyeceksin bakalım?
- Ahmet arkadaşımız var ya…
- Evet, ne olmuş Ahmet'e?
- Durumları pek iyi değil galiba. Annesi, beslenme çantasına pekiyi şeyler koymuyor.
- Eee?
- Ona yardım etmek istiyorum. Ama benim yardim ettiğimi bilirse üzülür. Günde bir simit parası biriktirip her hafta size versem, siz de ona verseniz?
Cebinden bir avuç bozuk para çıkarıp öğretmenin masasının üzerine koydu. Nurhan Öğretmen, paraya dokunmadı. Sandalyesine oturup düşündü. Ali hakkındaki bilgilerini yokladı. Bildiği kadarıyla ailesinin durumu pekiyi değildi. Bu çalışkan ve sevimli öğrencisi, ne kadar da iyi niyetli ve düşünceliydi. Zengin bir ailenin çocuğu değildi. Buna rağmen yardim etmek istiyordu. Üstelik yardım ettiğinin bilinmesini istemiyordu.
Nurhan Öğretmen:
- Dur bakalım Ali, dedi. Bildiğim kadarıyla sizin de maddî durumunuz pekiyi değil. Yanlış mı biliyorum?
- Doğru biliyorsunuz öğretmenim. Babam gündelikçi. Çoğu zaman iş bulamıyor. Ama ben de çalışıyor, para kazanıyorum.
- Nerede çalışıyorsun?
- Simit satıyorum.
Nurhan Öğretmen yine durup düşündü. İyiliğin bu kadarına ne demeliydi şimdi? Bunun gerçekleşmesi zordu. Onu, bundan vazgeçirmek için bir çare bulmalıydı. Bunu yaparken, sevimli öğrencisini de kırmamalıydı. Onunla biraz daha konuşursa, belki bir yolunu bulurdu.
Nurhan Öğretmen, Ali'ye dondu:
- Büyüyünce ne olmak istiyorsun, diye sordu.
- Çok zengin bir işadamı…
- Niçin?
- İnsanlara daha çok yardım etmek için…
- Güzel, dedi Nurhan Öğretmen. Bak şimdi Ali, Ahmet'in ailesinin durumu pek iyi değil, bu doğru. Ama sizinki de bundan pek farklı değil. İstersen acele etme. Çok zengin olduğun zaman insanlara yardım edersin. Olmaz mı?
- Olmaz, dedi Ali. Şimdi yapmalıyım.
— Neden olmaz?
— Üç sebepten dolayı olmaz.
Birincisi: Bu para zaten benim değil. İyilik ettiğim için Allah, beni insanlara sevimli gösteriyor. İnsanlar da bundan etkileniyor, daha çok simit alıyorlar. Bu sayede gün boyu çalışanlardan bile fazla simit satıyorum. Hele mahallede Hasan Amca var, her gün iki simit alıp güvercinlere veriyor.
İkincisi: 'Ağaç yaş iken eğilir.' deniliyor. Şimdiden iyilik yapmayı öğrenmezsem büyüdüğümde hiç yapamam. Şimdiden iyilik yapmayıp bunu zenginlik günlerime ertelersem, zengin olduğum günlerde de daha zengin olduğum günlere erteler kendimi kandırmış olurum.
Üçüncüsü ise daha önemli: Büyüdüğüm zaman çok zengin bir işadamı olmak istiyorum. Zamanında yatırım yapmayanlar büyük işadamı olamazlar.
Nurhan Öğretmen, karsısında büyük biri varmış gibi dinliyordu:
- Bu sonuncusunu pekiyi anlayamadım, dedi.
- Açıklayayım öğretmenim, dedi Ali. Şimdi, çok zengin olmadığım için, ancak günde bir simit parası kadar yardım edebiliyorum. Bundan fazlasını veremem. Allah, Cennet'i gücü kadar iyilik edene veriyor. Şimdi gücüm bu olduğuna göre, Cennet'in fiyatı birkaç simit parası kadardır. Eğer zengin olmadan ölürsem birkaç simit parasıyla Cennet'e girebilirim. Bundan daha karlı bir yatırım olur mu ?
Nurhan Öğretmen'in gözleri dolmuştu. Başını 'Evet' anlamında sallarken Ali'yi evine yolladı.
Sınıfa geri dönerken okulun boşaldığını fark etti. Eşyalarını toplamak için masasına döndüğünde Ali'nin bıraktığı paraların masa üstünde kaldığını fark etti. Sandalyesine gayri ihtiyari oturdu ve paraları eline aldı.
Hiçbir para ona bu kadar kıymetli gelmemişti. Sanki elinde dünyanın en kıymetli incilerini, yakutlarını, elmaslarını tutuyordu. Hatta bu paralar onlardan bile kıymetliydi. Bu paralar, bu bozuk simit paraları, Cennet'i satın alabilecek paralardı. Sanki hiç bırakmak istemeyen bir duygu ile sımsıkı kavradı bu bozuk simit paralarını.
Oturduğu yerden kalkamadı Nurhan Öğretmen. İçinin dolduğunu, tarif edilemeyen duygulara boğulduğunu hissetti. Birden boşalan sağanak yağmurlar gibi ağlamaya başladı. Ağladı… Ağladı… Ağladı.
Kendine geldiğinde aksam olmuştu. Yavaş adımlarla sınıftan çıkıp okuldan ayrılırken bekçi Sadık 'Bozuk Simit paraları ile cenneti satın almak... Bozuk Simit paraları ile cenneti satın almak' diye Nurhan öğretmenin sayıkladığını duydu. Bekçinin hayretler içinde, 'Ne dediniz hocam?' demesini bile duymayan Nurhan öğretmen, bekçinin şaşkın bakışları altında akşamın alaca karanlığına karışıvermişti.
CENNETLİK EŞ
Genç kızlarımıza sohbetleriyle rehberlik yapan, çoğunun elinden tutan bir okuyucumuzun bir hatırasını aktarmak istiyorum:
“Stuttgart Waiblingen bölgesinde iki yılı aşkın haftalık çevre sohbetlerinden tanıdığım bir hanım telefonda şöyle ağlıyordu:
‘Hocahanım, bizim burada bir komşu, kızını kaybetti. 18 yaşındaydı. Gencecik yaşında birden bir ölüverdi. Annesi adeta çılgına döndü. Sürekli isyanda;
“-Keşke, kızım şöyle şöyle olsa idi de ölmese idi,” diye feryat figan ağlıyor. Ne olur bir gelseniz onunla siz konuşsanız. Sizi az çok tanıyor. Size saygısı var, belki sizi dinler. Biz ne yapacağımızı şaşırdık…’
Ertesi gün gittim ve beni ölen genç kızın evine götürdüler. Evde matem, yas... Anne bir köşede hiç durmadan ağlıyor. Bir ara, biraz sakinleşince kadın bana şunları anlattı:
“-Kızım, ben ve babası her sene olduğu gibi geçen sene de memleketimiz
İzmir’e tatile gittik. Evimizin karşısındaki apartmanda bir genç adam oturuyor. Terbiyesi, asaleti, giyimi ve duruşu ile kızımın dikkatini çekmiş.
Bana:
-Anne bak! Evlenebileceğim genç, dedi. Biz de ‘tanışalım’ diye bir
tanıdığı ile haber gönderdik ve tanıştık. Maksadımızı arz ettik. Genç adam üniversite okuyan dindar ve kültürlü biri idi.
Kızıma:
-Aramızda kültür farkı var. Siz açık gezen bir hanımsınız, bense
eşimin tesettürlü ve mazbut bir insan olmasını isterim, deyince kızım;
-En kısa zamanda dinimi öğrenecek ve tatbik edeceğim, bana zaman ver, dedi.
Ertesi yaz buluşmak üzere anlaştılar. Kızım ilk iş olarak kendisine dinimizi anlatacak, öğretecek bir yer aradı ve buldu. Çok büyük bir gayretle, dinî bilgiler öğreniyor, namazlarını kılıyordu…
Böylece izin bitti ve Stuttgart’a döndük. Burada bir göz doktorunun yanında sağlık teknisyeni olarak çalışıyor, iş zamanından arta kalan zamanında da Kur’an–ı Kerim’i öğrenmek için çok gayret sarf ediyordu. Gelirken getirdiği mantoyu ve eşarbı evde giyip;
-Anne yakışıyor mu? diyordu.
Bütün samimiyetiyle İslam’ı öğreniyordu…
Sivaslı bir komşumuz onu oğluna istemiş, o ise “ret” cevabı vermişti. Fakat o, bunu gurur meselesi yapmayarak Kur’an–ı Kerim’i öğrenmek için onlardan yardım istemişti.
Bir gün, ‘Başım ağrıyor.’ diye doktora gitti. ‘Bir şeyin yok.’ demişler. Ama baş ağrısı devam ediyordu. Göz, kulak ve diş tahlillerinin sonucunda da bir
şey bulamamışlardı. Ama başının ağrısı da bir türlü geçmek bilmiyordu.
Bana anlattığına göre, bir gün, evde kimse olmadığı halde, evimize bir genç delikanlı gelip ona kırmızı bir gül getirmiş ‘Ben ahiretten geliyorum, Allah–u Teala Hazretleri seni benim kısmetim yazdı, cennette sen benimsin. Burada evlenmeyeceksin.’ demiş.
Baş ağrısı durumu 15 gün sürdü. Son çare olarak Şule’yi hastaneye tahlil
için aldılar. Araştırmalar neticesinde hiçbir şey bulamadılar. Bir gün hastaneye gittiğimde yattığı odanın penceresinden bakıp bana şöyle dedi:
‘Anne! Cennet ne kadar güzel.’
Döndüm ve baktığı tarafa baktım, gördüğüm sadece park etmiş arabalardı. Ama o büyülenmiş gibi mutlu bir şekilde pencereden bakıyordu…
Bana dedi ki: ‘Anneciğim, beni yarın saat 8.00’de götürecekler.’ dedi. Çılgına döndüm. Babasına koştum, ‘Kızımız ölüyor, yetiş.’ dedim. Babası da çaresiz yüzüme baktı. Söylediklerine inanmıyorduk; ama yine de endişe ve telaşımız had safhadaydı. ‘Ya doğruysa.’ diyordum. O gece hiç uyuyamadım. Ertesi gün sabah 7.00’de hastanedeydim. Babası koridorda, içeri girmeye dayanamamış, çaresiz ağlıyordu. İçeriye girdim. Kızım bana şöyle vasiyette bulundu:
“Anneciğim, ben ölünce sakın ağlama. İzmir’deki o gence de benden selam
söyle, Cenab–ı Hak ona mutluluklar versin. Ona minnettarım, dinimi
öğrenmeme sebep oldu. Anne, bu fakir gence maddi yardımda bulun ve onu istediği bir kızla evlendir. Hesabımda onun evlenmesi için yeterli miktarda para var.” Bu arada sık sık saate bakıyordu. Sonra büyülenmişçesine;
“-Geldiler,” dedi…
Yüzüme baktı, korku ifadesi vardı.
“-Anne, Azrail’in ayakları ne kadar büyük” dedi, “Odanın uzunluğu kadar. Babama selam söyle.” dedi. Başını yastığa koydu, kelime–i şehadet getirdi ve kızım öldü!
Adeta çıldırmıştım. Odadan kendimi dışarı attım, “Bey” dedim “Kızımız öldü.” İkimiz tekrar odaya daldık ama kızımız vefat etmişti.
Daha sonra bizden istediklerini yerine getirdim… Şimdi söyler misiniz, ben bu acıya nasıl dayanırım?’
“Stuttgart Waiblingen bölgesinde iki yılı aşkın haftalık çevre sohbetlerinden tanıdığım bir hanım telefonda şöyle ağlıyordu:
‘Hocahanım, bizim burada bir komşu, kızını kaybetti. 18 yaşındaydı. Gencecik yaşında birden bir ölüverdi. Annesi adeta çılgına döndü. Sürekli isyanda;
“-Keşke, kızım şöyle şöyle olsa idi de ölmese idi,” diye feryat figan ağlıyor. Ne olur bir gelseniz onunla siz konuşsanız. Sizi az çok tanıyor. Size saygısı var, belki sizi dinler. Biz ne yapacağımızı şaşırdık…’
Ertesi gün gittim ve beni ölen genç kızın evine götürdüler. Evde matem, yas... Anne bir köşede hiç durmadan ağlıyor. Bir ara, biraz sakinleşince kadın bana şunları anlattı:
“-Kızım, ben ve babası her sene olduğu gibi geçen sene de memleketimiz
İzmir’e tatile gittik. Evimizin karşısındaki apartmanda bir genç adam oturuyor. Terbiyesi, asaleti, giyimi ve duruşu ile kızımın dikkatini çekmiş.
Bana:
-Anne bak! Evlenebileceğim genç, dedi. Biz de ‘tanışalım’ diye bir
tanıdığı ile haber gönderdik ve tanıştık. Maksadımızı arz ettik. Genç adam üniversite okuyan dindar ve kültürlü biri idi.
Kızıma:
-Aramızda kültür farkı var. Siz açık gezen bir hanımsınız, bense
eşimin tesettürlü ve mazbut bir insan olmasını isterim, deyince kızım;
-En kısa zamanda dinimi öğrenecek ve tatbik edeceğim, bana zaman ver, dedi.
Ertesi yaz buluşmak üzere anlaştılar. Kızım ilk iş olarak kendisine dinimizi anlatacak, öğretecek bir yer aradı ve buldu. Çok büyük bir gayretle, dinî bilgiler öğreniyor, namazlarını kılıyordu…
Böylece izin bitti ve Stuttgart’a döndük. Burada bir göz doktorunun yanında sağlık teknisyeni olarak çalışıyor, iş zamanından arta kalan zamanında da Kur’an–ı Kerim’i öğrenmek için çok gayret sarf ediyordu. Gelirken getirdiği mantoyu ve eşarbı evde giyip;
-Anne yakışıyor mu? diyordu.
Bütün samimiyetiyle İslam’ı öğreniyordu…
Sivaslı bir komşumuz onu oğluna istemiş, o ise “ret” cevabı vermişti. Fakat o, bunu gurur meselesi yapmayarak Kur’an–ı Kerim’i öğrenmek için onlardan yardım istemişti.
Bir gün, ‘Başım ağrıyor.’ diye doktora gitti. ‘Bir şeyin yok.’ demişler. Ama baş ağrısı devam ediyordu. Göz, kulak ve diş tahlillerinin sonucunda da bir
şey bulamamışlardı. Ama başının ağrısı da bir türlü geçmek bilmiyordu.
Bana anlattığına göre, bir gün, evde kimse olmadığı halde, evimize bir genç delikanlı gelip ona kırmızı bir gül getirmiş ‘Ben ahiretten geliyorum, Allah–u Teala Hazretleri seni benim kısmetim yazdı, cennette sen benimsin. Burada evlenmeyeceksin.’ demiş.
Baş ağrısı durumu 15 gün sürdü. Son çare olarak Şule’yi hastaneye tahlil
için aldılar. Araştırmalar neticesinde hiçbir şey bulamadılar. Bir gün hastaneye gittiğimde yattığı odanın penceresinden bakıp bana şöyle dedi:
‘Anne! Cennet ne kadar güzel.’
Döndüm ve baktığı tarafa baktım, gördüğüm sadece park etmiş arabalardı. Ama o büyülenmiş gibi mutlu bir şekilde pencereden bakıyordu…
Bana dedi ki: ‘Anneciğim, beni yarın saat 8.00’de götürecekler.’ dedi. Çılgına döndüm. Babasına koştum, ‘Kızımız ölüyor, yetiş.’ dedim. Babası da çaresiz yüzüme baktı. Söylediklerine inanmıyorduk; ama yine de endişe ve telaşımız had safhadaydı. ‘Ya doğruysa.’ diyordum. O gece hiç uyuyamadım. Ertesi gün sabah 7.00’de hastanedeydim. Babası koridorda, içeri girmeye dayanamamış, çaresiz ağlıyordu. İçeriye girdim. Kızım bana şöyle vasiyette bulundu:
“Anneciğim, ben ölünce sakın ağlama. İzmir’deki o gence de benden selam
söyle, Cenab–ı Hak ona mutluluklar versin. Ona minnettarım, dinimi
öğrenmeme sebep oldu. Anne, bu fakir gence maddi yardımda bulun ve onu istediği bir kızla evlendir. Hesabımda onun evlenmesi için yeterli miktarda para var.” Bu arada sık sık saate bakıyordu. Sonra büyülenmişçesine;
“-Geldiler,” dedi…
Yüzüme baktı, korku ifadesi vardı.
“-Anne, Azrail’in ayakları ne kadar büyük” dedi, “Odanın uzunluğu kadar. Babama selam söyle.” dedi. Başını yastığa koydu, kelime–i şehadet getirdi ve kızım öldü!
Adeta çıldırmıştım. Odadan kendimi dışarı attım, “Bey” dedim “Kızımız öldü.” İkimiz tekrar odaya daldık ama kızımız vefat etmişti.
Daha sonra bizden istediklerini yerine getirdim… Şimdi söyler misiniz, ben bu acıya nasıl dayanırım?’
HACER MENEKŞE
Kendini bildi bileli mor menekşeyi çok severdi. Çocukluğunun geçtiği iki katlı evin bahçesinde bahar geldiğinde mor mor açar, mis gibi kokarlardı. Annesi mor menekşeleri hep duvar kenarına dikerdi..
“Gölgeyi sever menekşeler” derdi… Oysa öğretmeni bitkilerin güneş ışınları ile fotosentez yaptığını anlatmıştı onlara. Bitkiler güneş ışığına muhtaçtı. Mor menekşeler ne tuhaf bitkilerdi! “Her bitki güneşi
severken, onlar neden gölgeyi tercih ediyorlar” diye düşündü durdu Hande...
Küçük, ufacık aklı ile aslında menekşelerin diğer çiçeklerden farklı olduğunu keşfetmişti. İşte belki de menekşeler bu yüzden bu kadar güzeldi. “Herkesten farklı olursan, bu hayatta değerli olursun yargısına varmıştı. Daha o yıllarda farklı olmak için uğraş vermeye başladı.
İlk olarak, okulda kimsenin yanına oturmak istemediği “Hacer'in yanına oturmak istiyorum öğretmenim” diyerek başladı farklılıklarla süren hayatı. Hacer bile şaşırmış, şaşkın şaşkın bakıyordu onun yüzüne. Hacer problemli bir ailenin, çok dağınık, biraz anlama zorlukları olan kızı idi. Hande ise mühendis Kamil Beyin biricik kızı. Öğretmen pek oturtmak istemedi önce Hacer'in yanına Hande'yi.
Daha sonra bir tatsızlık çıkmasın diye öğretmen Hande'nin annesini çağırıp durumu anlatmıştı.
Annesi eve geldiklerinde Hande'ye sordu :
- Kızım, Hacer’in yanına neden oturmak istiyorsun?
Hande cevap verdi :
- Geçen baharda menekşeler ekiyorduk hani anne, o gün sen bana menekşeler güneşi sevmez demiştin, oysa her bitki güneşi sever. Menekseler farklı, belki de bu yüzden bu kadar güzeller. Hacer'in yanına kimse oturmak istemiyor. Ben farklı olmak istiyorum. Belki Hacer de güzeldir, onu fark etmek
istiyorum, dedi.
Annesinin ağzı açık kalmıştı. İlkokul 4.sınıf öğrencisi kızının olgunluğuna hayran kalarak
- Peki kızım kimin yanında istersen oturabilirsin, dedi.
Pazartesi günü gelince, Hande Hacer'in yanında oturmaya başladı. Hem Hande tedirgindi, hem Hacer. Birbirleri ile hiç konuşmuyorlardı. Diğer kızlar da soğumuştu Hande'den. Nasıl, Hacer gibi dağınık, bir şeyi, iki kere anlatınca anlayan fakir bir kızın yanına oturmayı istemişti. En çok alınan doktor Cemal Beyin kızı Esin'di. Anne babaları her haftasonu görüşüyorlar, Hande ve Esin birlikte oynuyorlardı. Nasıl olur da kendi yerine Hacer'i seçerdi. Çok gururu kırılmıştı Esin'in. Hande ile konuşmuyordu.
Bir gün Hande ve ailesi Esinlerle dağ köylerinden birinde gerçekleştirilecek bir panayıra katılmak için sözleştiler. Hande gene Esin'in somurtacağını bildiği için gitmek istemiyordu. İçin için de Hacer'e kızmaya başlamıştı. Arkadaşları ile arasının bozulmasına sebep olmuştu. Neden sanki bu kadar dağınıktı, neden her şeyi iki kere de anlıyordu? Yoksa aptal mıydı?
Sonra menekşeleri hatırladı hemen düşüncelerinden utandı. Hacer farklı diye yargılamaması gerekiyordu. Hacer'in, kimsenin bilmediği güzelliklerini keşfedecekti. Buna bütün gücü ile inandı. Panayıra gittiklerinde Esin somurtarak karşısında oturuyordu, Hande ile konuşmuyordu.
Hande canı sıkıldığından biraz dolaşmak için annesinden izin aldı. Köy yolunda yürümeye başladı. Hava iyice soğumuş ve ayaz iyice artmıştı, kar atıştırmaya başlamıştı. Hande, karı çok seviyordu, yürüdü, yürüdü. Köye gelmişti. Bir evin önünde durdu. Evin penceresindeki saksıya gözü ilişti. Gözlerine inanamıyordu, bunlar mor menekşelerdi. Ama kıştı ve menekşeler soğuğu hiç sevmezlerdi eve doğru bir adım attı. Kapıda beliren gölgeyi çok sonra fark etti. Hacer’di bu. Hande'ye gülümsüyordu.
- Hoş geldin, Hande buyurmaz mısın? dedi.
Biraz ürkek, şaşkınlıkla kapıya doğru ilerledi Hande ve içeri girdi. Oda sıcacıktı odun sobası her yeri ısıtmıştı.
- Menekşeler, diyebildi sadece Hande.
- Bu soğukta ?
Hacer gülümsedi ;
- Onlar annem için, annem onları çok sever.
Sonra yatakta yatan kadını fark etti Hande.
- Annen, hasta mı, dedi.
- Evet, 2 sene önce felç oldu. Ona ben bakıyorum, bizim kimsemiz yok. Bir tek ineğimiz var onunla geçiniyoruz. Ama bütün işler bana baktığı için derslere çalışacak pek vaktim olmuyor, dedi Hacer utanarak.
- Bir de bizim köyden şehre araç yok. Bu yolu her gün yürüyorum. O yüzden de çok yorgun okula geliyorum. Dersleri anlamakta güçlük çekiyorum.
Hande'nin gözleri dolmuştu. Dışarıdan gelen ses ile kendine geldi. Annesi onu arıyordu. Çok merak etmiş olmalıydı. Dışarıya koştu ve annesine sarıldı, ağlıyordu.
Bir müddet sonra;
- Anne bu Hacer, diye tanıştırdı sıra arkadaşını.
Hacer'in yaptığı sıcak çorbadan içtiler birlikte. Hande annesine anlattı Hacer'in hayatını. Hem de ağlayarak. 'Bir şeyler yapalım anne' dedi.
O hafta annesi ve Hande, Hacerlere gidip annesi ve Hacer'i kendi evlerine taşıdılar. Hacer artık Handelerden okula gidip geliyordu, ne dağınıktı, ne de aptal.
Sınıfın en iyi öğrencisi olmuştu. Seneler geçti Hacer ve Hande bir arkadaş değil, iki kız kardeşlerdi artık. Mor menekşeler Hande'ye Hacer'i armağan etmişti. Hacer'e ise hem Hande'yi, hem de hayatı.
Seneler sonra ikisi de evlendi. Hacer şimdi bir doktor. Hande'den vicdanın ne kadar önemli olduğunu öğrendi, hastalarına vicdanıyla birlikte şifa dağıtıyor. Hande ise bir öğretmen. Çocuklara farklı olan şeyleri sevmeyi de öğretiyor. Bir kızı var; adı Hacer Menekşe. Hayatta en çok sevdiği iki şeye birini daha ekledi Hande.
“Gölgeyi sever menekşeler” derdi… Oysa öğretmeni bitkilerin güneş ışınları ile fotosentez yaptığını anlatmıştı onlara. Bitkiler güneş ışığına muhtaçtı. Mor menekşeler ne tuhaf bitkilerdi! “Her bitki güneşi
severken, onlar neden gölgeyi tercih ediyorlar” diye düşündü durdu Hande...
Küçük, ufacık aklı ile aslında menekşelerin diğer çiçeklerden farklı olduğunu keşfetmişti. İşte belki de menekşeler bu yüzden bu kadar güzeldi. “Herkesten farklı olursan, bu hayatta değerli olursun yargısına varmıştı. Daha o yıllarda farklı olmak için uğraş vermeye başladı.
İlk olarak, okulda kimsenin yanına oturmak istemediği “Hacer'in yanına oturmak istiyorum öğretmenim” diyerek başladı farklılıklarla süren hayatı. Hacer bile şaşırmış, şaşkın şaşkın bakıyordu onun yüzüne. Hacer problemli bir ailenin, çok dağınık, biraz anlama zorlukları olan kızı idi. Hande ise mühendis Kamil Beyin biricik kızı. Öğretmen pek oturtmak istemedi önce Hacer'in yanına Hande'yi.
Daha sonra bir tatsızlık çıkmasın diye öğretmen Hande'nin annesini çağırıp durumu anlatmıştı.
Annesi eve geldiklerinde Hande'ye sordu :
- Kızım, Hacer’in yanına neden oturmak istiyorsun?
Hande cevap verdi :
- Geçen baharda menekşeler ekiyorduk hani anne, o gün sen bana menekşeler güneşi sevmez demiştin, oysa her bitki güneşi sever. Menekseler farklı, belki de bu yüzden bu kadar güzeller. Hacer'in yanına kimse oturmak istemiyor. Ben farklı olmak istiyorum. Belki Hacer de güzeldir, onu fark etmek
istiyorum, dedi.
Annesinin ağzı açık kalmıştı. İlkokul 4.sınıf öğrencisi kızının olgunluğuna hayran kalarak
- Peki kızım kimin yanında istersen oturabilirsin, dedi.
Pazartesi günü gelince, Hande Hacer'in yanında oturmaya başladı. Hem Hande tedirgindi, hem Hacer. Birbirleri ile hiç konuşmuyorlardı. Diğer kızlar da soğumuştu Hande'den. Nasıl, Hacer gibi dağınık, bir şeyi, iki kere anlatınca anlayan fakir bir kızın yanına oturmayı istemişti. En çok alınan doktor Cemal Beyin kızı Esin'di. Anne babaları her haftasonu görüşüyorlar, Hande ve Esin birlikte oynuyorlardı. Nasıl olur da kendi yerine Hacer'i seçerdi. Çok gururu kırılmıştı Esin'in. Hande ile konuşmuyordu.
Bir gün Hande ve ailesi Esinlerle dağ köylerinden birinde gerçekleştirilecek bir panayıra katılmak için sözleştiler. Hande gene Esin'in somurtacağını bildiği için gitmek istemiyordu. İçin için de Hacer'e kızmaya başlamıştı. Arkadaşları ile arasının bozulmasına sebep olmuştu. Neden sanki bu kadar dağınıktı, neden her şeyi iki kere de anlıyordu? Yoksa aptal mıydı?
Sonra menekşeleri hatırladı hemen düşüncelerinden utandı. Hacer farklı diye yargılamaması gerekiyordu. Hacer'in, kimsenin bilmediği güzelliklerini keşfedecekti. Buna bütün gücü ile inandı. Panayıra gittiklerinde Esin somurtarak karşısında oturuyordu, Hande ile konuşmuyordu.
Hande canı sıkıldığından biraz dolaşmak için annesinden izin aldı. Köy yolunda yürümeye başladı. Hava iyice soğumuş ve ayaz iyice artmıştı, kar atıştırmaya başlamıştı. Hande, karı çok seviyordu, yürüdü, yürüdü. Köye gelmişti. Bir evin önünde durdu. Evin penceresindeki saksıya gözü ilişti. Gözlerine inanamıyordu, bunlar mor menekşelerdi. Ama kıştı ve menekşeler soğuğu hiç sevmezlerdi eve doğru bir adım attı. Kapıda beliren gölgeyi çok sonra fark etti. Hacer’di bu. Hande'ye gülümsüyordu.
- Hoş geldin, Hande buyurmaz mısın? dedi.
Biraz ürkek, şaşkınlıkla kapıya doğru ilerledi Hande ve içeri girdi. Oda sıcacıktı odun sobası her yeri ısıtmıştı.
- Menekşeler, diyebildi sadece Hande.
- Bu soğukta ?
Hacer gülümsedi ;
- Onlar annem için, annem onları çok sever.
Sonra yatakta yatan kadını fark etti Hande.
- Annen, hasta mı, dedi.
- Evet, 2 sene önce felç oldu. Ona ben bakıyorum, bizim kimsemiz yok. Bir tek ineğimiz var onunla geçiniyoruz. Ama bütün işler bana baktığı için derslere çalışacak pek vaktim olmuyor, dedi Hacer utanarak.
- Bir de bizim köyden şehre araç yok. Bu yolu her gün yürüyorum. O yüzden de çok yorgun okula geliyorum. Dersleri anlamakta güçlük çekiyorum.
Hande'nin gözleri dolmuştu. Dışarıdan gelen ses ile kendine geldi. Annesi onu arıyordu. Çok merak etmiş olmalıydı. Dışarıya koştu ve annesine sarıldı, ağlıyordu.
Bir müddet sonra;
- Anne bu Hacer, diye tanıştırdı sıra arkadaşını.
Hacer'in yaptığı sıcak çorbadan içtiler birlikte. Hande annesine anlattı Hacer'in hayatını. Hem de ağlayarak. 'Bir şeyler yapalım anne' dedi.
O hafta annesi ve Hande, Hacerlere gidip annesi ve Hacer'i kendi evlerine taşıdılar. Hacer artık Handelerden okula gidip geliyordu, ne dağınıktı, ne de aptal.
Sınıfın en iyi öğrencisi olmuştu. Seneler geçti Hacer ve Hande bir arkadaş değil, iki kız kardeşlerdi artık. Mor menekşeler Hande'ye Hacer'i armağan etmişti. Hacer'e ise hem Hande'yi, hem de hayatı.
Seneler sonra ikisi de evlendi. Hacer şimdi bir doktor. Hande'den vicdanın ne kadar önemli olduğunu öğrendi, hastalarına vicdanıyla birlikte şifa dağıtıyor. Hande ise bir öğretmen. Çocuklara farklı olan şeyleri sevmeyi de öğretiyor. Bir kızı var; adı Hacer Menekşe. Hayatta en çok sevdiği iki şeye birini daha ekledi Hande.
BOŞA GEÇEN YILLAR
Ona Deli Sahip diyorlardı; çünkü gözü hiçbir şeyden korkmuyordu. Ününü duymayan yoktu. Çok mert ve eli açık bir insandı. Ama verdiği şeyler, içki sofrasında verilenlerden başka bir şey değildi. Sokakta onu görenler aynı kaldırımda yürümemek için yol değiştirir, gölgesine bile basmaktan çekinirdi. Çünkü o, sokağın ve şehrin kabadayısıydı.
Nereye girse etrafına bakınması bile, herkesin orayı terk etmesine yetiyordu. İnsanlar ondan bezmişti. Babası ve annesi inançlı insanlardı. Dünya adına her şeyi yaşamış, hayatın her sahasına girip çıkmış, onların yalancı lezzetiyle hem-dem olmuştu. Kendisi de yaşadığı bu hayatı: "Ben hayatın her türlü pisliğini gördüm ve yaşadım." şeklinde ifade ediyordu.
Ekonomik durumu iyiydi. Menfaat üzerine kurulsa da, çok dostu vardı. Dostları etrafında dört dönüyor, zora her düştüklerinde Sahip Dayının gölgesine sığınıyorlardı. Eşi Feride Hanım, her defasında eve sarhoş gelen bu adamdan bıkmıştı ama, bu hayatı yaşamaktan başka çâresi de yoktu. Ondan gelen her şeye katlanıyor; tahkir, baskı, işkence, ızdırap dolu bir hayat içerisinde hayatını devam ettiriyordu.
Yıllar böyle geçti. Takvimler 1992 yılını gösteriyordu. Yaşadığı şehre ilk defa Türkiye'den insanlar geliyordu. Bir anlamda bunlar misafirleriydi. Misafir onlarda azizdi ve en güzel şekilde karşılanmalıydı. Misafirlerle ilgilenmek, onlarla bir arada olmak kabadayılığın ayrı bir yönünü teşkil ediyordu. Ama o pek alkolsüz gezmezdi. Nasıl olur da misafirlerin yanına bu şekilde gidebilirdi. Başka bir alternatifi de yoktu. Bir ara düşündü; "Acaba ben bu halde onların yanına gidip otursam benimle konuşurlar mı? Beni kabul ederler mi?" diye. Sonunda kararını verip yanlarına vardı. Konuşurken biraz uzakta durmaya çalışıyor, bazen ağzını eliyle kapatma ihtiyacını hissediyor, onları rahatsız etmemek için büyük çaba sarf ediyordu.
Sahip Dayı, aylarca bu haliyle Türkiyeli misafirlerin yanına gidip geldi. İltifatlara mazhar oluyor, bir dost olarak kendisine değer veriliyordu. Artık bu insanlardan kopamıyordu. Kendisini onlara bağlayan neydi, bir türlü anlayamıyordu. Konuşmaları mı, oturup kalkmaları mı, hal ve hareketleri mi, bilemiyordu. Tek bildiği şey, içkili geldiğini bildikleri halde, ona içkiden bahsetmiyor, tahkir etmiyor, kırıcı bir söz söylemiyorlardı. Bir ara kendi kendine: "Bu insanlara haksızlık ediyorum galiba. Ne olur sanki bazı günler içmeden gitsem? Biraz zor olsa da, bana gösterilen saygıdan dolayı bunu yapmam gerekiyor." dedi. Buna mukabil içinden başka bir ses yükseldi: "Deli Sahip, kabadayı Sahip, içki âleminden uzak ve insanlarla bir arada ha!. Anlaşılacak bir şey değil bu. Sonra arkadaşların bunu duyarlarsa ne derler?" İki arada bir derede kalmıştı. Eski dostları ve eski hayatı bırakmak onun için hiç de kolay olmayacaktı.
Günler, aylar bu zıt düşüncelerin mücadelesiyle geçmişti. Yeni dostların konuşmaları, davranışları, yüzlerindeki tebessüm, sözlerindeki sıcaklık tesir etmişti Bir gün bir büyüğünden duyduğu: "Oğlum mutlaka bir gün Türkiye'den arkadaşlarınız gelecekler. Belki biz onları göremeyiz; ama sizler onları göreceksiniz. Onlar bizlere sahip çıkacak ve onlarla tekrar buluşacağız." sözleri kulaklarında yankılandı. Acaba bunlar, onlar mıydı?
Zamanla gönül dünyasında da bazı değişiklikler başlamıştı. Eski dostlarından olabildiğince uzak durmaya çalışıyordu.
O günlerde şehirlerinde yeni açılacak Türk okulunda çalışan Recep Usta'yla tanıştı. Dostlukları ilerledikçe Recep Usta onun karakterini daha iyi keşfetmişti. Bu mert insanı yaşadığı hayattan kurtarmanın yolunu arıyordu. Bir gün ona, zor da olsa bir teklifte bulundu: "Sahip Dayı, yarın beraber Cuma namazına gideceğiz." deyince, Sahip Dayı beyninden vurulmuşa döndü. Birden irkildi ve "Ben kim, camiye gitmek kim. Hadi içki neyse, cami de nereden çıktı." şeklinde düşündü. Ardından; "Ben camiye gidemem Recep Usta, millet ne der sonra, 'Deli Sahip korktu da şimdi namaza başladı.' dedirtmem kendime. Bana yakışmaz, gururuma yediremem; ben gelemem!" dedi. Recep Usta böyle bir cevapla karşılaşabileceğini tahmin ediyor; ama dostluklarına güveniyordu: "Sahip Dayı, ben seni yarın burada bekleyeceğim. Gelmezsen, hemi vallah hemi billah buraya oturup sen gelinceye bekleyeceğim" dedi. Recep Usta dediğini yapardı. Bunu Sahip Dayı çok iyi biliyordu. Çok zor bir cevap olacaktı ama Recep Ustanın ısrarına dayanamayarak "tamam" dedi.
Ama o, bu cevabı bir türlü kabullenememişti. Akşama kadar düşündü: "Ölürüm de gidemem. Sahip camiye gitti dedirtmem kendime." dedi. Ve kararını verdi, bir daha Recep Ustayla görüşmeyecekti.
Cuma namazına saatler kalmıştı. Sahip Dayı içindeki sıkıntıyı bir türlü atamıyordu. Bir yandan Recep Ustayı düşünüyor, bir yandan da cumayı... Bir tarafta yıllardan beri savunduğu fikirler; diğer tarafta, içini ısıtan düşünceler... Kendini tam bir eşikte hissediyordu. Bu eşiği geçerse, yepyeni fakat bazı zorlukları olan bir dünya kendisini selâmlayacak. Bu eşikten geri dönerse, eski bildik hayatın bulanıklığında yalpalanıp duracaktı. Çağrılar çift yönlüydü. Zihni: 'Eski hayatında ne vardı, ne güzel yaşayıp gidiyordum.' derken, gönlü tâze bir şafağın seherinde kanatlanmak için sabırsızlanıyordu. Benliği zıt güçlerin çarpıştığı bir arena gibiydi. Zaman geçiyordu. Dakikalar onu âdeta yelkovanlar arasına almış eziyor, hayatının en zor kararını vermesini bekliyordu. "Belki Recep Usta da vazgeçmiştir." dedi kendi kendine. Gidip bakacak, eğer orada hâlâ dediği gibi bekliyorsa, onun gösterdiği vefaya karşılık, o da vefa gösterecekti... Uzaktan baktı, Recep Usta anlaştıkları yerde bekliyordu. Bir anda kaçmak istedi, ama o anda içini bilemediği ve daha önceleri hiç yaşamadığı bir his kapladı, ayakları onu Recep Ustaya doğru sürüklüyordu. Recep Usta Sahip Dayıyı görünce, sevincinden neredeyse haykıracaktı. "Ben biliyordum; bu insandaki mertliğin, ona güzel bir hayatın kapısını açacağını. Nasıl olur da bu kadar mert insanlar bu güzel hayattan habersiz yaşayabilirlerdi?" diye mırıldandı. Vefalarına karşılık vefa gören bu insanlar birbirine sıkıca sarıldılar, sonra birlikte yıllarca kapısına kilit vurulan mescidin yolunu tuttular.
Kamet getirilmiş, farza durulacaktı. Cemaat hâlâ Sahip Dayıya bakıyordu. Belki de inanamıyorlardı. Bir an camide alışık olunmayan bir ses yükseldi. Belli ki, bütün bunlara dayanamamıştı. O eski kabadayı edasıyla kükreyerek, cami adabına yakışmayan bir şekilde başladı konuşmasına: "Bu cami Allah'ın evidir. Ben sizin evinize gelmedim ki, beni kınıyorsunuz. Burası Allah'ın evidir ve ben O'na geldim. Size ne oluyor?"
Sahip Dayının hayatında artık her şey değişmişti. O İslâmiyet'i doğru bir şekilde öğrenmek için büyük çaba sarf ediyor, halkın inançları arasına giren hurafeleri ayıklıyor ve yanlışları düzeltmekten hiç çekinmiyordu. Bir gün bir cenaze merasiminde yanlış bir uygulama yapmak isteyen hocayla tartışmaya başlayınca, arkadaşı onu kenara çekerek; "Yahu Sahip, önceleri içki meclislerinde kavga ediyordun, şimdi ise dinî meclislerde kavga ediyorsun." diyerek sakinleştirmişti. O, yanlışlıklara karşı tahammülü olmayan biriydi.
Sahip Dayı yaptıklarından dolayı insanlarla helâlleşerek Allah'ın huzuruna gitmek istiyordu. Onu en çok memnun eden hadise ise; 16 yaşında kaçırarak evlendiği, yıllarca eziyet ettiği mütevazı kadın Feride Ananın ona hakkını helâl etmesiydi. O mütevazı kadın, yıllarca eziyetini çektiği kocasının bu halini görünce, her şeyi unutmuş ve hakkını helâl etmişti.
Yaşı elliyi geçen ve yaşını soranlara: "Henüz 8 yaşındayım." cevabını veren Sahib Dayı, eski hayatı aklına gelince gözyaşlarına hâkim olamıyordu. Bazen Recep Ustaya sarılıp: "Beni siz adam ettiniz. Eğer sizler ve engin hoşgörünüz olmasaydı, bütün bu güzelliklerden habersiz olarak gidecektim." diyerek hıçkırıklarını tutamıyor ve ekliyordu: "İyi sözlerin yanında Türkler adına öyle şeyler de duymuştum ki, sizleri görmese idim, doğrunun hangisi olduğunu öğrenemeden gidecektim." diyor, bir eliyle de gözyaşlarını siliyordu. "Türklerden Allah razı olsun. Bana oğlumun bu hale geldiğini söyleselerdi, gözümle görmeden inanmazdım." diyen annesinin cenazesini de o Türkler kaldırıyordu.
Kabadayı, sert ve acımasız olarak bilinen o adam, şimdi hayır işlerinde en önden yürüyor. Geçimini de içki dükkânından değil, mütevazı kitabevinden sağlıyor. Eski hayatından geriye kalan ise, sadece mert ve cömertliği... Kendisinden çekinmeye devam edenlere şunu diyor: "Ben kimim ki benden korkuyorsunuz. Allah'tan korkun."
Kenan GÜZEL
Nereye girse etrafına bakınması bile, herkesin orayı terk etmesine yetiyordu. İnsanlar ondan bezmişti. Babası ve annesi inançlı insanlardı. Dünya adına her şeyi yaşamış, hayatın her sahasına girip çıkmış, onların yalancı lezzetiyle hem-dem olmuştu. Kendisi de yaşadığı bu hayatı: "Ben hayatın her türlü pisliğini gördüm ve yaşadım." şeklinde ifade ediyordu.
Ekonomik durumu iyiydi. Menfaat üzerine kurulsa da, çok dostu vardı. Dostları etrafında dört dönüyor, zora her düştüklerinde Sahip Dayının gölgesine sığınıyorlardı. Eşi Feride Hanım, her defasında eve sarhoş gelen bu adamdan bıkmıştı ama, bu hayatı yaşamaktan başka çâresi de yoktu. Ondan gelen her şeye katlanıyor; tahkir, baskı, işkence, ızdırap dolu bir hayat içerisinde hayatını devam ettiriyordu.
Yıllar böyle geçti. Takvimler 1992 yılını gösteriyordu. Yaşadığı şehre ilk defa Türkiye'den insanlar geliyordu. Bir anlamda bunlar misafirleriydi. Misafir onlarda azizdi ve en güzel şekilde karşılanmalıydı. Misafirlerle ilgilenmek, onlarla bir arada olmak kabadayılığın ayrı bir yönünü teşkil ediyordu. Ama o pek alkolsüz gezmezdi. Nasıl olur da misafirlerin yanına bu şekilde gidebilirdi. Başka bir alternatifi de yoktu. Bir ara düşündü; "Acaba ben bu halde onların yanına gidip otursam benimle konuşurlar mı? Beni kabul ederler mi?" diye. Sonunda kararını verip yanlarına vardı. Konuşurken biraz uzakta durmaya çalışıyor, bazen ağzını eliyle kapatma ihtiyacını hissediyor, onları rahatsız etmemek için büyük çaba sarf ediyordu.
Sahip Dayı, aylarca bu haliyle Türkiyeli misafirlerin yanına gidip geldi. İltifatlara mazhar oluyor, bir dost olarak kendisine değer veriliyordu. Artık bu insanlardan kopamıyordu. Kendisini onlara bağlayan neydi, bir türlü anlayamıyordu. Konuşmaları mı, oturup kalkmaları mı, hal ve hareketleri mi, bilemiyordu. Tek bildiği şey, içkili geldiğini bildikleri halde, ona içkiden bahsetmiyor, tahkir etmiyor, kırıcı bir söz söylemiyorlardı. Bir ara kendi kendine: "Bu insanlara haksızlık ediyorum galiba. Ne olur sanki bazı günler içmeden gitsem? Biraz zor olsa da, bana gösterilen saygıdan dolayı bunu yapmam gerekiyor." dedi. Buna mukabil içinden başka bir ses yükseldi: "Deli Sahip, kabadayı Sahip, içki âleminden uzak ve insanlarla bir arada ha!. Anlaşılacak bir şey değil bu. Sonra arkadaşların bunu duyarlarsa ne derler?" İki arada bir derede kalmıştı. Eski dostları ve eski hayatı bırakmak onun için hiç de kolay olmayacaktı.
Günler, aylar bu zıt düşüncelerin mücadelesiyle geçmişti. Yeni dostların konuşmaları, davranışları, yüzlerindeki tebessüm, sözlerindeki sıcaklık tesir etmişti Bir gün bir büyüğünden duyduğu: "Oğlum mutlaka bir gün Türkiye'den arkadaşlarınız gelecekler. Belki biz onları göremeyiz; ama sizler onları göreceksiniz. Onlar bizlere sahip çıkacak ve onlarla tekrar buluşacağız." sözleri kulaklarında yankılandı. Acaba bunlar, onlar mıydı?
Zamanla gönül dünyasında da bazı değişiklikler başlamıştı. Eski dostlarından olabildiğince uzak durmaya çalışıyordu.
O günlerde şehirlerinde yeni açılacak Türk okulunda çalışan Recep Usta'yla tanıştı. Dostlukları ilerledikçe Recep Usta onun karakterini daha iyi keşfetmişti. Bu mert insanı yaşadığı hayattan kurtarmanın yolunu arıyordu. Bir gün ona, zor da olsa bir teklifte bulundu: "Sahip Dayı, yarın beraber Cuma namazına gideceğiz." deyince, Sahip Dayı beyninden vurulmuşa döndü. Birden irkildi ve "Ben kim, camiye gitmek kim. Hadi içki neyse, cami de nereden çıktı." şeklinde düşündü. Ardından; "Ben camiye gidemem Recep Usta, millet ne der sonra, 'Deli Sahip korktu da şimdi namaza başladı.' dedirtmem kendime. Bana yakışmaz, gururuma yediremem; ben gelemem!" dedi. Recep Usta böyle bir cevapla karşılaşabileceğini tahmin ediyor; ama dostluklarına güveniyordu: "Sahip Dayı, ben seni yarın burada bekleyeceğim. Gelmezsen, hemi vallah hemi billah buraya oturup sen gelinceye bekleyeceğim" dedi. Recep Usta dediğini yapardı. Bunu Sahip Dayı çok iyi biliyordu. Çok zor bir cevap olacaktı ama Recep Ustanın ısrarına dayanamayarak "tamam" dedi.
Ama o, bu cevabı bir türlü kabullenememişti. Akşama kadar düşündü: "Ölürüm de gidemem. Sahip camiye gitti dedirtmem kendime." dedi. Ve kararını verdi, bir daha Recep Ustayla görüşmeyecekti.
Cuma namazına saatler kalmıştı. Sahip Dayı içindeki sıkıntıyı bir türlü atamıyordu. Bir yandan Recep Ustayı düşünüyor, bir yandan da cumayı... Bir tarafta yıllardan beri savunduğu fikirler; diğer tarafta, içini ısıtan düşünceler... Kendini tam bir eşikte hissediyordu. Bu eşiği geçerse, yepyeni fakat bazı zorlukları olan bir dünya kendisini selâmlayacak. Bu eşikten geri dönerse, eski bildik hayatın bulanıklığında yalpalanıp duracaktı. Çağrılar çift yönlüydü. Zihni: 'Eski hayatında ne vardı, ne güzel yaşayıp gidiyordum.' derken, gönlü tâze bir şafağın seherinde kanatlanmak için sabırsızlanıyordu. Benliği zıt güçlerin çarpıştığı bir arena gibiydi. Zaman geçiyordu. Dakikalar onu âdeta yelkovanlar arasına almış eziyor, hayatının en zor kararını vermesini bekliyordu. "Belki Recep Usta da vazgeçmiştir." dedi kendi kendine. Gidip bakacak, eğer orada hâlâ dediği gibi bekliyorsa, onun gösterdiği vefaya karşılık, o da vefa gösterecekti... Uzaktan baktı, Recep Usta anlaştıkları yerde bekliyordu. Bir anda kaçmak istedi, ama o anda içini bilemediği ve daha önceleri hiç yaşamadığı bir his kapladı, ayakları onu Recep Ustaya doğru sürüklüyordu. Recep Usta Sahip Dayıyı görünce, sevincinden neredeyse haykıracaktı. "Ben biliyordum; bu insandaki mertliğin, ona güzel bir hayatın kapısını açacağını. Nasıl olur da bu kadar mert insanlar bu güzel hayattan habersiz yaşayabilirlerdi?" diye mırıldandı. Vefalarına karşılık vefa gören bu insanlar birbirine sıkıca sarıldılar, sonra birlikte yıllarca kapısına kilit vurulan mescidin yolunu tuttular.
Kamet getirilmiş, farza durulacaktı. Cemaat hâlâ Sahip Dayıya bakıyordu. Belki de inanamıyorlardı. Bir an camide alışık olunmayan bir ses yükseldi. Belli ki, bütün bunlara dayanamamıştı. O eski kabadayı edasıyla kükreyerek, cami adabına yakışmayan bir şekilde başladı konuşmasına: "Bu cami Allah'ın evidir. Ben sizin evinize gelmedim ki, beni kınıyorsunuz. Burası Allah'ın evidir ve ben O'na geldim. Size ne oluyor?"
Sahip Dayının hayatında artık her şey değişmişti. O İslâmiyet'i doğru bir şekilde öğrenmek için büyük çaba sarf ediyor, halkın inançları arasına giren hurafeleri ayıklıyor ve yanlışları düzeltmekten hiç çekinmiyordu. Bir gün bir cenaze merasiminde yanlış bir uygulama yapmak isteyen hocayla tartışmaya başlayınca, arkadaşı onu kenara çekerek; "Yahu Sahip, önceleri içki meclislerinde kavga ediyordun, şimdi ise dinî meclislerde kavga ediyorsun." diyerek sakinleştirmişti. O, yanlışlıklara karşı tahammülü olmayan biriydi.
Sahip Dayı yaptıklarından dolayı insanlarla helâlleşerek Allah'ın huzuruna gitmek istiyordu. Onu en çok memnun eden hadise ise; 16 yaşında kaçırarak evlendiği, yıllarca eziyet ettiği mütevazı kadın Feride Ananın ona hakkını helâl etmesiydi. O mütevazı kadın, yıllarca eziyetini çektiği kocasının bu halini görünce, her şeyi unutmuş ve hakkını helâl etmişti.
Yaşı elliyi geçen ve yaşını soranlara: "Henüz 8 yaşındayım." cevabını veren Sahib Dayı, eski hayatı aklına gelince gözyaşlarına hâkim olamıyordu. Bazen Recep Ustaya sarılıp: "Beni siz adam ettiniz. Eğer sizler ve engin hoşgörünüz olmasaydı, bütün bu güzelliklerden habersiz olarak gidecektim." diyerek hıçkırıklarını tutamıyor ve ekliyordu: "İyi sözlerin yanında Türkler adına öyle şeyler de duymuştum ki, sizleri görmese idim, doğrunun hangisi olduğunu öğrenemeden gidecektim." diyor, bir eliyle de gözyaşlarını siliyordu. "Türklerden Allah razı olsun. Bana oğlumun bu hale geldiğini söyleselerdi, gözümle görmeden inanmazdım." diyen annesinin cenazesini de o Türkler kaldırıyordu.
Kabadayı, sert ve acımasız olarak bilinen o adam, şimdi hayır işlerinde en önden yürüyor. Geçimini de içki dükkânından değil, mütevazı kitabevinden sağlıyor. Eski hayatından geriye kalan ise, sadece mert ve cömertliği... Kendisinden çekinmeye devam edenlere şunu diyor: "Ben kimim ki benden korkuyorsunuz. Allah'tan korkun."
Kenan GÜZEL
SON PİŞMANLIK
Hava gene çok soğuktu. Tommy ve kardeşi çok üşümüştü. Tommy burnunu hissetmiyordu artık. Eskimiş eldivenlerinden çıkan parmakları da buz kesmişti. Kardeşi;
- Tommy yine o lüks otelin duvarına gidelim, havalandırmasının olduğu o duvar çok sıcak oluyor, dedi.
Tommy;
- Evet ama biliyorsun otelin sahibi şikayet edince polisler geliyor, dedi.
Kız çok üşümüştü… Öksürerek;
- Lütfen Tommy çok üşüyorum, dedi.
Otelin önüne geldiklerinde kapının önünde ki siyah arabayı tanımıştı Tommy. Bu, otel sahibinin arabası idi, otelin havalandırmasının olduğu duvara yaslanıp, ısınıyorlar diye kız kardeşini ve onu sürekli polise şikayet eden adam bu idi. Gene sinirle etrafa emirler yağdırıyordu, otelin kapısından çıkarken.
Bir an Tommy karanlıkta bir şeyin adamın paltosunun cebinden düştüğünü gördü, adam arabaya binmişti bile. Tommy yerde duran karaltıya doğru yürüdü. Bu otel sahibinin cüzdanı idi. Araba tüm ihtişamı ile hareket ederken Tommy;
- Bayım, bakar mısınız, diye bağırdı...
Adam Tommy’i görünce;
- Yine mi siz? Ne arıyorsunuz gene burada? Sizi bu otelin etrafında görmeyeceğim bir daha demedim mi ben, diye bağırdı.
Tommy adamın suratına baktı ve sakin bir tavırla cüzdanı adama uzattı.
- Bunu düşürdünüz biraz önce, dedi.
Adam şaşkın bir ifade ile cüzdanı aldı biraz önce söylediklerine pişman olmuştu ama gene de;
- Eğer içinden bir sent bile kayboldu ise, diye sözünü tamamladı...
- Ben burada iken sayın lütfen.
Tommy bunları söylerken, adamın suratına öyle bir ifade ile bakmıştı ki, adam cüzdanın da ki parayı saymadan, paltosunu cebine koymak zorunda
kalmıştı.
- Hadi Ann, gidiyoruz, dedi kız kardeşine...
Çocuklar karanlıkta kaybolmak üzere iken adam arkalarından seslendi:
- Dur bir dakika!
Tommy arkasını döndü;
- Ne istiyorsunuz ? Bir daha otele yaklaşmamamızı söyleyecekseniz, buna gerek yok, çünkü bir daha gelmeyeceğiz buraya, dedi...
Adamın o kızgın tavırları yoktu artık yüzünde.
- Hayır onu söylemeyecektim. Eğer iş arıyorsan biz de bir kasiyer arıyorduk. Matematik kafan varsa çabuk öğrenirsin, dedi...
Çocuk arabaya doğru bir iki adım attı;
- Cüzdanındaki 100, 200 dolar için bana güvenmeyen birisinin kasasını teslim alamam. Yine de teşekkürler, dedi.
Ve kız kardeşi ile oradan uzaklaşırken, adamın bir kez daha, söyledikleri sayesinde, düşüncelere dalmasına sebep olduğunu bilemedi.
Adam uzun zaman o iki kardeşi görebilmek için bakındı durdu, ama çocukları otelin etrafında bir daha göremedi...
Şehrin arka sokaklarında büyük ihtişamlı arabası ile gezinirken adam, yine bütün asabiyeti ile bağırıyor ve aradıkları adresi bulamamanın öfkesini şoföründen çıkarıyordu. O sırada bisikleti ile hızla aşağı inen kasketli genci fark etti ve şoförüne;
- Dur biraz, şu gelen gence adresi soralım. O büyük bir ihtimalle burada oturuyordur, dedi…
Şoför arabayı kenara çekti ve pencereyi açtı, yokuş aşağı hızla gelen gence eliyle işaret etti.
- Bir saniye bir şey sorabilir miyiz, dedi.
Ama genç hiç durmadan yanlarından geçti gitti.
Adam çok sinirlenmişti söylenmeye başladı;
- Bunlarda kibarlık ne gezer, bunlar aile terbiyesi görmemişler ki, kenar mahalle çocukları hepsi.
Tam bunları söylerken arabanın dikiz aynasından çocuğun biraz ileride çok zor da olsa durup geri geldiğini gördü. Çocuk arabanın yanına gelince durdu ve pencereye eğilerek;
-Özür dilerim. Sizin işaretinizi geç fark ettim. Bisikletimin fren bozuk.
Ancak uzakta durabildim. Bir şey mi soracaktınız?
Adam gözlerine inanamadı. Bu, o gece cüzdanını getiren gençti. Tommy’nin, bu adamı yaptıkları ve söyledikleri için üçüncü kez utandırışı idi...
Adam arabadan indi ve Tommy’nin yanına gelerek omzuna elini attı:
- Bak evlat! Kaç aydır ben sizi arıyorum. Sana güzel bir teklifte bulunacaktım. Gel benim yanımda çalış, ne kadar para istersen veririm. Ben sende, para kazandıkça yavaş yavaş kaybettiğim insanlığımı buluyorum, dedi...
Çocuk adamın sözünü bitirmesini bekledi ve şöyle dedi;
- Üzgünüm efendim ama insanlığı ve vicdanı para ile satın alamazsınız. Hoşçakalın!
Tommy bisikletine binip oradan uzaklaşırken, adam Tommy’nin hâlâ arkasından bakıyordu.
Ve yıllar önce ona aynı teklifte bulunan patronunun teklifini kabul ettiği için ilk kez pişmanlık duymuştu...
Evet, şimdi çok parası vardı, ama insanlığını kaybetmişti. Tıpkı yıllar önce insanca tavırları için onu seven ve işe alan patronu gibi.
- Tommy yine o lüks otelin duvarına gidelim, havalandırmasının olduğu o duvar çok sıcak oluyor, dedi.
Tommy;
- Evet ama biliyorsun otelin sahibi şikayet edince polisler geliyor, dedi.
Kız çok üşümüştü… Öksürerek;
- Lütfen Tommy çok üşüyorum, dedi.
Otelin önüne geldiklerinde kapının önünde ki siyah arabayı tanımıştı Tommy. Bu, otel sahibinin arabası idi, otelin havalandırmasının olduğu duvara yaslanıp, ısınıyorlar diye kız kardeşini ve onu sürekli polise şikayet eden adam bu idi. Gene sinirle etrafa emirler yağdırıyordu, otelin kapısından çıkarken.
Bir an Tommy karanlıkta bir şeyin adamın paltosunun cebinden düştüğünü gördü, adam arabaya binmişti bile. Tommy yerde duran karaltıya doğru yürüdü. Bu otel sahibinin cüzdanı idi. Araba tüm ihtişamı ile hareket ederken Tommy;
- Bayım, bakar mısınız, diye bağırdı...
Adam Tommy’i görünce;
- Yine mi siz? Ne arıyorsunuz gene burada? Sizi bu otelin etrafında görmeyeceğim bir daha demedim mi ben, diye bağırdı.
Tommy adamın suratına baktı ve sakin bir tavırla cüzdanı adama uzattı.
- Bunu düşürdünüz biraz önce, dedi.
Adam şaşkın bir ifade ile cüzdanı aldı biraz önce söylediklerine pişman olmuştu ama gene de;
- Eğer içinden bir sent bile kayboldu ise, diye sözünü tamamladı...
- Ben burada iken sayın lütfen.
Tommy bunları söylerken, adamın suratına öyle bir ifade ile bakmıştı ki, adam cüzdanın da ki parayı saymadan, paltosunu cebine koymak zorunda
kalmıştı.
- Hadi Ann, gidiyoruz, dedi kız kardeşine...
Çocuklar karanlıkta kaybolmak üzere iken adam arkalarından seslendi:
- Dur bir dakika!
Tommy arkasını döndü;
- Ne istiyorsunuz ? Bir daha otele yaklaşmamamızı söyleyecekseniz, buna gerek yok, çünkü bir daha gelmeyeceğiz buraya, dedi...
Adamın o kızgın tavırları yoktu artık yüzünde.
- Hayır onu söylemeyecektim. Eğer iş arıyorsan biz de bir kasiyer arıyorduk. Matematik kafan varsa çabuk öğrenirsin, dedi...
Çocuk arabaya doğru bir iki adım attı;
- Cüzdanındaki 100, 200 dolar için bana güvenmeyen birisinin kasasını teslim alamam. Yine de teşekkürler, dedi.
Ve kız kardeşi ile oradan uzaklaşırken, adamın bir kez daha, söyledikleri sayesinde, düşüncelere dalmasına sebep olduğunu bilemedi.
Adam uzun zaman o iki kardeşi görebilmek için bakındı durdu, ama çocukları otelin etrafında bir daha göremedi...
Şehrin arka sokaklarında büyük ihtişamlı arabası ile gezinirken adam, yine bütün asabiyeti ile bağırıyor ve aradıkları adresi bulamamanın öfkesini şoföründen çıkarıyordu. O sırada bisikleti ile hızla aşağı inen kasketli genci fark etti ve şoförüne;
- Dur biraz, şu gelen gence adresi soralım. O büyük bir ihtimalle burada oturuyordur, dedi…
Şoför arabayı kenara çekti ve pencereyi açtı, yokuş aşağı hızla gelen gence eliyle işaret etti.
- Bir saniye bir şey sorabilir miyiz, dedi.
Ama genç hiç durmadan yanlarından geçti gitti.
Adam çok sinirlenmişti söylenmeye başladı;
- Bunlarda kibarlık ne gezer, bunlar aile terbiyesi görmemişler ki, kenar mahalle çocukları hepsi.
Tam bunları söylerken arabanın dikiz aynasından çocuğun biraz ileride çok zor da olsa durup geri geldiğini gördü. Çocuk arabanın yanına gelince durdu ve pencereye eğilerek;
-Özür dilerim. Sizin işaretinizi geç fark ettim. Bisikletimin fren bozuk.
Ancak uzakta durabildim. Bir şey mi soracaktınız?
Adam gözlerine inanamadı. Bu, o gece cüzdanını getiren gençti. Tommy’nin, bu adamı yaptıkları ve söyledikleri için üçüncü kez utandırışı idi...
Adam arabadan indi ve Tommy’nin yanına gelerek omzuna elini attı:
- Bak evlat! Kaç aydır ben sizi arıyorum. Sana güzel bir teklifte bulunacaktım. Gel benim yanımda çalış, ne kadar para istersen veririm. Ben sende, para kazandıkça yavaş yavaş kaybettiğim insanlığımı buluyorum, dedi...
Çocuk adamın sözünü bitirmesini bekledi ve şöyle dedi;
- Üzgünüm efendim ama insanlığı ve vicdanı para ile satın alamazsınız. Hoşçakalın!
Tommy bisikletine binip oradan uzaklaşırken, adam Tommy’nin hâlâ arkasından bakıyordu.
Ve yıllar önce ona aynı teklifte bulunan patronunun teklifini kabul ettiği için ilk kez pişmanlık duymuştu...
Evet, şimdi çok parası vardı, ama insanlığını kaybetmişti. Tıpkı yıllar önce insanca tavırları için onu seven ve işe alan patronu gibi.
YAĞMUR'UN DUASI
Karanlık bir mekândayım. Karşımda kısa saçları, iri siyah gözleriyle bana bakan on dokuz yirmi yaşlarında incecik bir genç kız. Simasında çözemediğim karmaşık bir ifade, benzi sapsarı...
Bu kızı bir yerden hatırlıyorum; ama nereden hatırladığımı çıkaramıyorum. Genç kız sanki kendinde benden bir parça taşıyor gibi... Ruhu ruhuma o kadar yakın. Çaresiz bakışlarla gözlerime bakıyor. Titreyerek; “Beni kurtarın, yalvarırım bana yardım edin.” diyor. Bana uzanan ellerini tutmak için ellerimi uzatıyorum; ama tutamıyorum.
Uyandığımda sabah ezanı okunuyordu. Genç kızın gözlerindeki mânâ sanki hâlâ gözbebeklerimdeydi. Kimdi bu kız? Kulaklarımda, “Beni kurtarın, yalvarırım bana yardım edin.” cümlesi yankılanıyordu. Rüyada çıkartamadığım sesin sahibini kendime geldiğimde hatırladım. Bu ses, eski talebelerimden Yağmur’a aitti. Yağmur dört yıl önce okuldan mezun olup, yurtdışına ailesinin yanına gitmişti. “Hayırdır inşallah!” diyerek, ellerimi açtım, Yağmur’a dua ettim.
Aradan iki ay gibi bir zaman geçti. İstanbul’da kış bitmek üzereydi; ama dışarıda tipiden göz gözü görmüyordu. Çok yorgundum. Birden kendimi sisli ve karanlık bir atmosfer içinde buldum. Önümde dört-beş metre uzunluğunda kocaman bir mezar, içinde ise boyu bütün mezarı kaplayan kapkara bir erkek cesedi vardı. Korkudan, olduğum yere mıhlanmıştım. Mezarın içinden alevler yükselmeye, aynı anda gençler mezarın içine atlamaya başladı. Ardı arkası kesilmiyordu atlayanların. Güle oynaya mezarın bulunduğu yere geliyor, koşarak, kahkahalar atarak mezara atlıyorlardı. Çıldıracak gibiydim. Gençleri engellemeye çalışıyordum. Kiminin yakasından, kiminin sırtından yakalayarak, “Çocuklar ne yapıyorsunuz, burası cehennem çukuru, kendinizi mahvediyorsunuz!” diye çığlık çığlık bağırıyordum. Hiçbiri beni anlamıyor, hepsi mezara atlamaya devam ediyordu. Bir müddet sonra gençlerin benim dilimi anlamadığını ve yabancı dil konuştuklarını fark ettim. “Bir çare bulmalıyım, bu çocuklara yardım etmeliyim.” diyerek -teşbihte hata olmasın- Hz. İsmail’in (as) annesi gibi su bulmak için sağa sola koşturuyordum. Mezarın beş-on metre ilerisinde Yağmur’u gördüm. Donuk bir ifadeyle alevlerin ortasındaki mezara bakıyordu. Bir ilham eseri olarak, Yağmur’un aklından geçenleri okudum. Kendini mezara atmak istiyordu. Koşarak yanına yaklaştım, iki elimle yakasından tuttum ve bağırmaya başladım: “Haaayıııır! Sen kendini buraya atamazsın, biz sana buraya atlamaman gerektiğini öğretmedik mi? Haaaayııııır!! Bak bu gençler benim dilimi anlamıyor. Sen bunların dillerini biliyorsan, yalvarırım onlara buranın cehennem çukuru olduğunu açıkla. Yoksa bilmeden güle güle cehenneme gidiyorlar.” Yağmur ifadesiz gözlerle öylece yüzüme baktı. “Biraz üzerinde hakkım varsa bu çocuklara yardım et ne olur!” dedim. Gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Ellerimi bıraktı gençlere yaklaştı, yabancı dille onlara bir şeyler söylemeye başladı. Onu dinleyen gençler mezara atlamaktan vazgeçtiler. Bir anda mezarın içindeki alevler söndü ve mezar çiçekli bir bahçeye dönüştü. Sevinç gözyaşları dökmeye başladım.
Aradan altı ay kadar bir zaman geçmişti. Türk gençlerine konferansların verileceği bir seminer programı için yurt dışına çıktım. Akşamları, gündüz ele alınan konular hakkında gençlerin sorularını cevaplandırıyorduk.
Seminerlerin bitmesine dört gün kalmıştı. Bir öğle yemeği sonrası, kalabalıktan uzakta tenha bir köşede çayımı yudumluyordum. Yanıma temiz yüzlü, güler yüzlü bir genç kız yaklaştı. Yarım yamalak Türkçesiyle; “Affedersiniz, sakıncası yoksa yanınıza oturabilir miyim?” dedi. Sakıncası olmadığını belirttim. “Adım Şeydâ. Ben, aslında sizi daha önceden tanıyorum.” dedi. Tebessüm ederek; “Arkadaşım Yağmur bana sizi çok anlattı. Seminer programında isminizi görünce çok mutlu oldum. Konuşmanızı beğenerek dinledim. Keşke Yağmur da burada olsaydı.” diye devam etti. Yağmur ismini duyunca duygularım allak bullak olmuştu. Elimdeki bardağı masaya zor bıraktım. Gördüğüm rüyalar gözümün önünden geçti. Şeydâ’dan Yağmur’un telefon numarasını aldım. Biraz sohbet ettikten sonra, koşar adımlarla kaldığım odaya çıktım, titreyerek telefon numarasını çevirmeye başladım. “Alo!” Yağmur’un sesini duyunca heyecanlandım. “Yağmur’la mı görüşüyorum?” Şaşırmış bir ses tonuyla; “Evet. Ben Yağmur, siz kimsiniz?” dedi. İsmimi söyledim. “Hocam, siz, siz!” Ses kesilmişti. Ağlıyordu... Bir müddet bekledikten sonra ürkek bir ses tonuyla “Buralarda mısınız, hangi şehirdesiniz, daha ne kadar kalacaksınız?” dedi. Bir-iki dakika konuştuk.
Ertesi gece geç bir vakitte odamın kapısına vuruldu. Kapıyı açtığımda gözlerime inanamadım; karşımda Yağmur duruyordu. Birbirimize sarıldık ve uzun müddet hıçkırıklarımız birbirine karıştı. Aradan geçen yıllar onu ne kadar değiştirmişti; yüzü, gözleri, saçları… Bu, dört yıl önceki çocuk muydu? Zayıflamış, kılığı kıyafeti tamamen değişmiş, sanki bambaşka bir dünyanın insanı olup çıkmıştı. Ayağında dar bir kot pantolon, üzerinde dağınık görüntülü bir ceket vardı. Saçları erkek saçından daha kısa kesilmişti. Üstündeki sigara kokusu, odanın tamamını kaplamış, sanki onun gelmesiyle odaya alaca bir karanlık çökmüştü.
Önce konuşmakta zorlandı. Sonra alıştı, sabaha kadar ben sordum, o anlattı. O anlattıkça, ben gördüğüm rüyaları hatırlıyor, Allah’ın varlığını bir defa daha iliklerime kadar hissediyordum. Yağmur’un başına neler gelmişti neler... Altı ay önce kâbuslarımın başkahramanı olan Yağmur şimdi karşımdaydı. İlâhî İrade beni Türkiye’den almış ve bu çocuk için binlerce kilometre uzaktaki bu ülkeye getirmişti. Karşımda konuşan genç kıza baktım; o hem ağlıyor hem anlatıyordu: “Hocam ben çok kötü insanlarla karşılaştım. Nasıl oldu bilmiyorum, her şey iradem dışında oldu. Önce sigaraya başladım, sonra başka kötü alışkanlıklarım da oldu. Geceleri yalnız kaldığımda, Türkiye’deki okulumu, arkadaşlarımı, sizleri, sizlerin bize ahlâk ve edeple ilgili anlattıklarınızı hatırlıyordum. Kendimden tiksiniyordum. Dönüşü olmayan bir yola girmiştim. Gözlerimi kapatıyordum. Allah’ı (cc), Âhiret’i, okulda öğrendiğim güzellikleri ve sizi düşünüyordum. ‘Ya Rabbi, benim sana dua edecek yüzüm yok. Ne olur hâlimden hocalarımı haberdâr et. Bana dua etsinler. Onların duasını Sen kabul edersin. Beni bu karanlıktan kurtar. Bana güç ver, bana yardım et!’ diye dua ediyordum. Canım hocam Allah dualarımı kabul etti. Siz şimdi karşımdasınız, ne olur beni bırakmayın, yalvarırım bana yardım edin...” dediğinde sabah namazı vakti girmişti. İkimiz de çok yorulmuştuk.
Ertesi gün eşimi arayıp, yurtdışı programımın bir müddet daha uzadığını söyledim. Takip eden bir ay içinde hem kursa gittim, hem de Yağmur’la birlikte yorucu günler yaşadım. Yağmur öyle ağır bir imtihandan geçiyordu ki, zaman zaman kaybedeceğini düşünüp, çaresiz kalıyordum. Bulunduğu çevreden uzaklaşıp yeni bir çevreye girmesi hiç kolay olmadı. Onun çaresizliğini izlerken, bir yandan da alışkanlıkların insanı nasıl esir ettiğine şâhit olup, Allah’a ‘alışkanlıklarımızın esiri olmamamız’ için dua ediyordum. İnsan olmayı idrak etmek, aklın sınırlarının çok ötesindeydi. İnsan olmak, insan olmanın emanetini taşımak ne kadar ağırdı!
Bir akşam Yağmur yanımda kitap okuyordu. Bana dönüp “Bakar mısınız, bu âyet benim ve benim gibiler için inmiş sanki.” dedi. Bahsettiği; “Her şey helâk olup gidicidir. O’na bakan yüzü müstesnâ. Hüküm O’na aittir; siz de O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas, 28/88) âyetiydi. Kitabı okumaya devam etti: “Yâ Bâkî Ente’l-Bâkî cümlesi bir ameliyat-ı cerrahiye hükmünde kalbi mâsivâdan tecrit ediyor, kesiyor.” Tebessüm ederek; “Biliyor musunuz hocam, bu cümle bana çok derinden tesir etti. Mâsivâ; Allah’tan başka her şey mânâsına geliyormuş. Bâkî de Allah’ın, ebedî ve sonsuz mânâsına gelen isimlerindenmiş. Ben de Allah’a yakınlaşmak, kalbimi beni O’ndan uzaklaştıran her şeyden arındırmak için mânevî bir ameliyat yaşıyorum. Kalbimde Allah’tan başka bir şey kalmasın diye savaşıyorum. Bu ameliyat çok ağır hocam, canım çok acıyor. Fakat ümitsiz değilim. Rabb’imden ne kadar utansam da, O’ndan ne kadar uzak olsam da, bana tekrar sonsuz rahmetini arzu etme duygusunu yaşattığı için bahtiyarım. Kendimden nefret ediyordum. İçimden bir ses kulağıma sürekli olumsuz cümleler fısıldıyordu. ‘Senden hiç bir şey olmaz, hangi yüzle dua ediyorsun?’ diyordu. Şimdi öyle değil. Daha farklı duygular içindeyim. Yine kendime güvenmiyorum; ama O’ndan utanıp, O’na sığınmaktan mânevî bir haz duyuyorum. O’ndan uzak karanlık günlerime dönmekten çok korkuyorum. Beni buralara kadar getiren gücün, günahkâr ellerimden tutacağını, beni yarı yolda bırakmayacağını hissediyorum. Sonra Allah Resûlü’nün (sas), ‘Benim şefaatim ümmetimin günah-ı kebâir (büyük günah) işleyen kısmınadır.’ hadîsiyle içime huzur doluyor. Önceleri sizden ayrılınca ne yapacağımı, bu mânevî mücadeleye nasıl devam edeceğimi bilmiyordum. Sanki siz gidince benim için her şey bitecek gibiydi. Şimdi öyle düşünmüyorum. Tanıştığım arkadaşlarımdan ayrı ayrı güzellikler görüyor, öğreniyorum. Onlarla birlikte olmak bana bütün kötülükleri unutturuyor. Sonra kitaplar… Kitaplar beni bambaşka âlemlerde dolaştırıyor.”
Elindeki kitabı kapattı. Yutkundu; “Evet Hocam! Allah sizi görevlendirdi ve siz gelip beni buldunuz. Yarın buralardan giderken gözünüz arkada kalmasın. Bundan sonra inşallah bu temiz dünyada ölünceye kadar yaşamaya devam edeceğim. Yağmurlar kaybolmasın diye elimden geleni yapacağım... Hakkınızı helâl edin hocam. Ne olur beni dualarınızda unutmayın!” “Helal olsun Yağmur! Artık ölsem de gam yemem.” dedim; ağladım, ağladım, ağladım…
Ertesi gün beni havaalanında uğurlarken, Yağmur’un siyah gözlerine son defa baktım. Yorgun ama kendinden emin bir ifadeyle; “Korkmayın hocam!” dedi. “Dua edin! Dua edin ki arkama bakmadan yoluma devam edeyim!” Ağlamaya başladı… Titreyen ellerini tuttum, sadece; “Allah’a emanetsin. Seni Güçsüzlerin Sahibi’ne, Kendine Yönelenleri Geri Çevirmeyen’e emanet ediyorum. Bâkî Olan’a, Ebedî Olan’a.” diyebildim.
Uçakta tuhaf bir ruh hâliyle, son bir-iki ayda yaşadıklarımı düşündüm. Yağmur, bizim irademizin üstündeki Mutlak ve Küllî İrade Sahibi Rabb’imizin büyüklüğünü açıkça görmeme, insan olarak da, bizim ne kadar zayıf, ne kadar aciz olduğumuzu hatırlamama vesile oldu.
Nurgül ÖZCAN
Bu kızı bir yerden hatırlıyorum; ama nereden hatırladığımı çıkaramıyorum. Genç kız sanki kendinde benden bir parça taşıyor gibi... Ruhu ruhuma o kadar yakın. Çaresiz bakışlarla gözlerime bakıyor. Titreyerek; “Beni kurtarın, yalvarırım bana yardım edin.” diyor. Bana uzanan ellerini tutmak için ellerimi uzatıyorum; ama tutamıyorum.
Uyandığımda sabah ezanı okunuyordu. Genç kızın gözlerindeki mânâ sanki hâlâ gözbebeklerimdeydi. Kimdi bu kız? Kulaklarımda, “Beni kurtarın, yalvarırım bana yardım edin.” cümlesi yankılanıyordu. Rüyada çıkartamadığım sesin sahibini kendime geldiğimde hatırladım. Bu ses, eski talebelerimden Yağmur’a aitti. Yağmur dört yıl önce okuldan mezun olup, yurtdışına ailesinin yanına gitmişti. “Hayırdır inşallah!” diyerek, ellerimi açtım, Yağmur’a dua ettim.
Aradan iki ay gibi bir zaman geçti. İstanbul’da kış bitmek üzereydi; ama dışarıda tipiden göz gözü görmüyordu. Çok yorgundum. Birden kendimi sisli ve karanlık bir atmosfer içinde buldum. Önümde dört-beş metre uzunluğunda kocaman bir mezar, içinde ise boyu bütün mezarı kaplayan kapkara bir erkek cesedi vardı. Korkudan, olduğum yere mıhlanmıştım. Mezarın içinden alevler yükselmeye, aynı anda gençler mezarın içine atlamaya başladı. Ardı arkası kesilmiyordu atlayanların. Güle oynaya mezarın bulunduğu yere geliyor, koşarak, kahkahalar atarak mezara atlıyorlardı. Çıldıracak gibiydim. Gençleri engellemeye çalışıyordum. Kiminin yakasından, kiminin sırtından yakalayarak, “Çocuklar ne yapıyorsunuz, burası cehennem çukuru, kendinizi mahvediyorsunuz!” diye çığlık çığlık bağırıyordum. Hiçbiri beni anlamıyor, hepsi mezara atlamaya devam ediyordu. Bir müddet sonra gençlerin benim dilimi anlamadığını ve yabancı dil konuştuklarını fark ettim. “Bir çare bulmalıyım, bu çocuklara yardım etmeliyim.” diyerek -teşbihte hata olmasın- Hz. İsmail’in (as) annesi gibi su bulmak için sağa sola koşturuyordum. Mezarın beş-on metre ilerisinde Yağmur’u gördüm. Donuk bir ifadeyle alevlerin ortasındaki mezara bakıyordu. Bir ilham eseri olarak, Yağmur’un aklından geçenleri okudum. Kendini mezara atmak istiyordu. Koşarak yanına yaklaştım, iki elimle yakasından tuttum ve bağırmaya başladım: “Haaayıııır! Sen kendini buraya atamazsın, biz sana buraya atlamaman gerektiğini öğretmedik mi? Haaaayııııır!! Bak bu gençler benim dilimi anlamıyor. Sen bunların dillerini biliyorsan, yalvarırım onlara buranın cehennem çukuru olduğunu açıkla. Yoksa bilmeden güle güle cehenneme gidiyorlar.” Yağmur ifadesiz gözlerle öylece yüzüme baktı. “Biraz üzerinde hakkım varsa bu çocuklara yardım et ne olur!” dedim. Gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Ellerimi bıraktı gençlere yaklaştı, yabancı dille onlara bir şeyler söylemeye başladı. Onu dinleyen gençler mezara atlamaktan vazgeçtiler. Bir anda mezarın içindeki alevler söndü ve mezar çiçekli bir bahçeye dönüştü. Sevinç gözyaşları dökmeye başladım.
Aradan altı ay kadar bir zaman geçmişti. Türk gençlerine konferansların verileceği bir seminer programı için yurt dışına çıktım. Akşamları, gündüz ele alınan konular hakkında gençlerin sorularını cevaplandırıyorduk.
Seminerlerin bitmesine dört gün kalmıştı. Bir öğle yemeği sonrası, kalabalıktan uzakta tenha bir köşede çayımı yudumluyordum. Yanıma temiz yüzlü, güler yüzlü bir genç kız yaklaştı. Yarım yamalak Türkçesiyle; “Affedersiniz, sakıncası yoksa yanınıza oturabilir miyim?” dedi. Sakıncası olmadığını belirttim. “Adım Şeydâ. Ben, aslında sizi daha önceden tanıyorum.” dedi. Tebessüm ederek; “Arkadaşım Yağmur bana sizi çok anlattı. Seminer programında isminizi görünce çok mutlu oldum. Konuşmanızı beğenerek dinledim. Keşke Yağmur da burada olsaydı.” diye devam etti. Yağmur ismini duyunca duygularım allak bullak olmuştu. Elimdeki bardağı masaya zor bıraktım. Gördüğüm rüyalar gözümün önünden geçti. Şeydâ’dan Yağmur’un telefon numarasını aldım. Biraz sohbet ettikten sonra, koşar adımlarla kaldığım odaya çıktım, titreyerek telefon numarasını çevirmeye başladım. “Alo!” Yağmur’un sesini duyunca heyecanlandım. “Yağmur’la mı görüşüyorum?” Şaşırmış bir ses tonuyla; “Evet. Ben Yağmur, siz kimsiniz?” dedi. İsmimi söyledim. “Hocam, siz, siz!” Ses kesilmişti. Ağlıyordu... Bir müddet bekledikten sonra ürkek bir ses tonuyla “Buralarda mısınız, hangi şehirdesiniz, daha ne kadar kalacaksınız?” dedi. Bir-iki dakika konuştuk.
Ertesi gece geç bir vakitte odamın kapısına vuruldu. Kapıyı açtığımda gözlerime inanamadım; karşımda Yağmur duruyordu. Birbirimize sarıldık ve uzun müddet hıçkırıklarımız birbirine karıştı. Aradan geçen yıllar onu ne kadar değiştirmişti; yüzü, gözleri, saçları… Bu, dört yıl önceki çocuk muydu? Zayıflamış, kılığı kıyafeti tamamen değişmiş, sanki bambaşka bir dünyanın insanı olup çıkmıştı. Ayağında dar bir kot pantolon, üzerinde dağınık görüntülü bir ceket vardı. Saçları erkek saçından daha kısa kesilmişti. Üstündeki sigara kokusu, odanın tamamını kaplamış, sanki onun gelmesiyle odaya alaca bir karanlık çökmüştü.
Önce konuşmakta zorlandı. Sonra alıştı, sabaha kadar ben sordum, o anlattı. O anlattıkça, ben gördüğüm rüyaları hatırlıyor, Allah’ın varlığını bir defa daha iliklerime kadar hissediyordum. Yağmur’un başına neler gelmişti neler... Altı ay önce kâbuslarımın başkahramanı olan Yağmur şimdi karşımdaydı. İlâhî İrade beni Türkiye’den almış ve bu çocuk için binlerce kilometre uzaktaki bu ülkeye getirmişti. Karşımda konuşan genç kıza baktım; o hem ağlıyor hem anlatıyordu: “Hocam ben çok kötü insanlarla karşılaştım. Nasıl oldu bilmiyorum, her şey iradem dışında oldu. Önce sigaraya başladım, sonra başka kötü alışkanlıklarım da oldu. Geceleri yalnız kaldığımda, Türkiye’deki okulumu, arkadaşlarımı, sizleri, sizlerin bize ahlâk ve edeple ilgili anlattıklarınızı hatırlıyordum. Kendimden tiksiniyordum. Dönüşü olmayan bir yola girmiştim. Gözlerimi kapatıyordum. Allah’ı (cc), Âhiret’i, okulda öğrendiğim güzellikleri ve sizi düşünüyordum. ‘Ya Rabbi, benim sana dua edecek yüzüm yok. Ne olur hâlimden hocalarımı haberdâr et. Bana dua etsinler. Onların duasını Sen kabul edersin. Beni bu karanlıktan kurtar. Bana güç ver, bana yardım et!’ diye dua ediyordum. Canım hocam Allah dualarımı kabul etti. Siz şimdi karşımdasınız, ne olur beni bırakmayın, yalvarırım bana yardım edin...” dediğinde sabah namazı vakti girmişti. İkimiz de çok yorulmuştuk.
Ertesi gün eşimi arayıp, yurtdışı programımın bir müddet daha uzadığını söyledim. Takip eden bir ay içinde hem kursa gittim, hem de Yağmur’la birlikte yorucu günler yaşadım. Yağmur öyle ağır bir imtihandan geçiyordu ki, zaman zaman kaybedeceğini düşünüp, çaresiz kalıyordum. Bulunduğu çevreden uzaklaşıp yeni bir çevreye girmesi hiç kolay olmadı. Onun çaresizliğini izlerken, bir yandan da alışkanlıkların insanı nasıl esir ettiğine şâhit olup, Allah’a ‘alışkanlıklarımızın esiri olmamamız’ için dua ediyordum. İnsan olmayı idrak etmek, aklın sınırlarının çok ötesindeydi. İnsan olmak, insan olmanın emanetini taşımak ne kadar ağırdı!
Bir akşam Yağmur yanımda kitap okuyordu. Bana dönüp “Bakar mısınız, bu âyet benim ve benim gibiler için inmiş sanki.” dedi. Bahsettiği; “Her şey helâk olup gidicidir. O’na bakan yüzü müstesnâ. Hüküm O’na aittir; siz de O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas, 28/88) âyetiydi. Kitabı okumaya devam etti: “Yâ Bâkî Ente’l-Bâkî cümlesi bir ameliyat-ı cerrahiye hükmünde kalbi mâsivâdan tecrit ediyor, kesiyor.” Tebessüm ederek; “Biliyor musunuz hocam, bu cümle bana çok derinden tesir etti. Mâsivâ; Allah’tan başka her şey mânâsına geliyormuş. Bâkî de Allah’ın, ebedî ve sonsuz mânâsına gelen isimlerindenmiş. Ben de Allah’a yakınlaşmak, kalbimi beni O’ndan uzaklaştıran her şeyden arındırmak için mânevî bir ameliyat yaşıyorum. Kalbimde Allah’tan başka bir şey kalmasın diye savaşıyorum. Bu ameliyat çok ağır hocam, canım çok acıyor. Fakat ümitsiz değilim. Rabb’imden ne kadar utansam da, O’ndan ne kadar uzak olsam da, bana tekrar sonsuz rahmetini arzu etme duygusunu yaşattığı için bahtiyarım. Kendimden nefret ediyordum. İçimden bir ses kulağıma sürekli olumsuz cümleler fısıldıyordu. ‘Senden hiç bir şey olmaz, hangi yüzle dua ediyorsun?’ diyordu. Şimdi öyle değil. Daha farklı duygular içindeyim. Yine kendime güvenmiyorum; ama O’ndan utanıp, O’na sığınmaktan mânevî bir haz duyuyorum. O’ndan uzak karanlık günlerime dönmekten çok korkuyorum. Beni buralara kadar getiren gücün, günahkâr ellerimden tutacağını, beni yarı yolda bırakmayacağını hissediyorum. Sonra Allah Resûlü’nün (sas), ‘Benim şefaatim ümmetimin günah-ı kebâir (büyük günah) işleyen kısmınadır.’ hadîsiyle içime huzur doluyor. Önceleri sizden ayrılınca ne yapacağımı, bu mânevî mücadeleye nasıl devam edeceğimi bilmiyordum. Sanki siz gidince benim için her şey bitecek gibiydi. Şimdi öyle düşünmüyorum. Tanıştığım arkadaşlarımdan ayrı ayrı güzellikler görüyor, öğreniyorum. Onlarla birlikte olmak bana bütün kötülükleri unutturuyor. Sonra kitaplar… Kitaplar beni bambaşka âlemlerde dolaştırıyor.”
Elindeki kitabı kapattı. Yutkundu; “Evet Hocam! Allah sizi görevlendirdi ve siz gelip beni buldunuz. Yarın buralardan giderken gözünüz arkada kalmasın. Bundan sonra inşallah bu temiz dünyada ölünceye kadar yaşamaya devam edeceğim. Yağmurlar kaybolmasın diye elimden geleni yapacağım... Hakkınızı helâl edin hocam. Ne olur beni dualarınızda unutmayın!” “Helal olsun Yağmur! Artık ölsem de gam yemem.” dedim; ağladım, ağladım, ağladım…
Ertesi gün beni havaalanında uğurlarken, Yağmur’un siyah gözlerine son defa baktım. Yorgun ama kendinden emin bir ifadeyle; “Korkmayın hocam!” dedi. “Dua edin! Dua edin ki arkama bakmadan yoluma devam edeyim!” Ağlamaya başladı… Titreyen ellerini tuttum, sadece; “Allah’a emanetsin. Seni Güçsüzlerin Sahibi’ne, Kendine Yönelenleri Geri Çevirmeyen’e emanet ediyorum. Bâkî Olan’a, Ebedî Olan’a.” diyebildim.
Uçakta tuhaf bir ruh hâliyle, son bir-iki ayda yaşadıklarımı düşündüm. Yağmur, bizim irademizin üstündeki Mutlak ve Küllî İrade Sahibi Rabb’imizin büyüklüğünü açıkça görmeme, insan olarak da, bizim ne kadar zayıf, ne kadar aciz olduğumuzu hatırlamama vesile oldu.
Nurgül ÖZCAN
CENNET KUŞLARI
Öğle vaktiydi, güneş hafiften kırpmıştı gözünü. Derken, cıvıl cıvıl bir ses tırmandı gökyüzüne: "Beni de yaz abi, beni de yaz bu seferkinde n'olur n'olur!.."
Fatih'ti bu, yeni öyküsünde kendisine de yer vermesini istiyordu abisinden.
"Tamam, yazacağız seni de bir gün. Öyle hemen olmaz ki, ilham bu kardeşim..." “İlham’ı da yaz, beni de…”
Gülümsedi abisi...
Cennet'in ipekten bir şalı olsaydı, yüreğine dolandığına inanacaktı Fatih'in. Öyle duruydu, öyle katıksız...
Hayatın, en sevilesi yanı duruyordu şimdi karşısında. Bütün masumiyetiyle cevap bekleyen iki zeytin karası göz...
"Gel buraya..." dedi abisi, kucağına aldı kardeşini, sarıldılar sıkı sıkı...
"Hadi annemin yanına git sen, kim bilir ne güzel yemekler yapmıştır yine, karnını doyur, sonra babam gelince de camiye gideriz beraber, tamam mı?"
"Tamam abi. Kur'an da okuyacak değil mi babam bize?"
"Hı hı..."
Koşarak gitti Fatih. Birkaç dakika içinde yemeğini yemiş; sokakta oyuna dalmıştı bile...
Gazzeli bir ailenin küçük oğluydu Fatih. Beş yaşına girmemişti daha; ama rakamları sollayıp geçecek kadar zeki ve olgun bir çocuktu. Sürekli merakla bakan iri siyah gözleri, kulaklarının üzerine düşen saçları, geceyi bile uykusundan kaldıran cıvıl cıvıl sesiyle yalnız ailesinin değil; mahallesinin de göz bebeği olmuştu kısa zamanda... Annesinin sesiyle irkildi:
"Fatih! Gel oğlum hadi, baban geldi, camiye götürecekmiş seni..."
Koşarak gitti annesinin yanına. "Bak yine toza toprağa bulanmış ellerin. Hadi yıka da öyle gidin, hadi oğlum..."
"Yıkamazsam n'olur anne?.."
Yine soruyordu. Susmuyordu o heyecanlı gözler. Geleceğin büyük adamlarından biri olacağının müjdeleyicisiydi belki de bu parlayan kandiller...
"Yıkamazsan, Allah, 'Fatih kulum benim karşıma elleri çamurlu çıkıyor.' der..." "Üzülür mü?"
"Hı hı, üzülür tabii oğlum..."
"Tamam hemen yıkıyorum anne, üzülmesin, ben O'nu çok seviyorum..."
Koşa koşa gitti. Baktı annesi arkasından. Bu çocuk bir armağan olmalıydı kendisine. Şükretti oracıkta, 'onu armağan eden'e...
Üç ay geçti aradan...
Bir sabah, kanı çekildi güzel kentin. Hastalandı bir anda. Değişti... Artık öykü yazmıyordu Fatih'in abisi. Babası, gizli gizli okuyordu Kur'an'ını. Annesinin güzel yemekleri tek çeşitte sabitlenmişti uzun süredir.
Fatih aynıydı, sorular soruyordu yine. En başta, bu kocaman tabancalı ve değişik konuşan adamlar neden gelmişti buraya?
Neden biz korkuyorduk onlardan, neden sürekli insanlar ölüyordu? Biz ne yapmıştık onlara, Fatih ne yapmıştı? Gökyüzünü mü kıskanmışlardı ondan, yoksa nefes alışını mı? Soruyordu ama, bu kez cevap veren yoktu ona...
Bir öğle vakti, endişeler içinde camiye gidiyordu üç beden... Babası, abisi ve Fatih... Fatih, evden çıkmadan, gıcır gıcır yıkamıştı ellerini.
"Artık sokakta hiç oynamıyorum, ellerimi çamura bulamıyorum; ama yine de yıkayayım, üzülmesin Allah'ım." diyordu kendi kendine.
Evden çıkmadan, istemsiz sarıldı, bağrına bastı annesi onu...
Annesi, hep ağlıyordu artık...
Öğle namazı...
Her gün biraz daha boşalıyordu saflar. Fatih de fark etmişti; ama soramıyordu. Cevaplar yoktu artık. Kim bilir, belki de o çirkin adamlar öldürmüştü cevapları da... Babasıyla abisinin arasında duruyordu. Eğildi, rükua vardı, sonra doğruldu, derken secdeye...
Sonra, sonra başını kaldıramadan bir gürültü koptu, yer yarıldı içine düşüyorum zanneti. Sonra karanlık, sonra bir ateş topu...
Sıcak... Acı... Tanımlayamıyordu Fatih. Hareket edemiyordu, neler oluyordu, bilmiyordu...
Bir daha hiç öykü yazmadı abisi. Fatih'i de yazamadı, İlham'ı da...
Hiç Kur'an okumadı babası sonrasında.
Annesi hiçbir zaman yapamadı o güzel yemeklerinden tekrar...
Solukların kesildiği yerde, alev alev yanan ateşin çığlıkları arasında, inceden bir ses yükseliyordu gökyüzüne...
Fatih... Minicik ellerini birbirine kenetlemiş, bir şeyler söylemeye çalışıyordu:
“Anne… Anneciğim… Ben yıkadım ama… Ellerim… Kan oldu… Allah… Üzülür mü anne?..”
Gamze Elif DİLBAZ
Fatih'ti bu, yeni öyküsünde kendisine de yer vermesini istiyordu abisinden.
"Tamam, yazacağız seni de bir gün. Öyle hemen olmaz ki, ilham bu kardeşim..." “İlham’ı da yaz, beni de…”
Gülümsedi abisi...
Cennet'in ipekten bir şalı olsaydı, yüreğine dolandığına inanacaktı Fatih'in. Öyle duruydu, öyle katıksız...
Hayatın, en sevilesi yanı duruyordu şimdi karşısında. Bütün masumiyetiyle cevap bekleyen iki zeytin karası göz...
"Gel buraya..." dedi abisi, kucağına aldı kardeşini, sarıldılar sıkı sıkı...
"Hadi annemin yanına git sen, kim bilir ne güzel yemekler yapmıştır yine, karnını doyur, sonra babam gelince de camiye gideriz beraber, tamam mı?"
"Tamam abi. Kur'an da okuyacak değil mi babam bize?"
"Hı hı..."
Koşarak gitti Fatih. Birkaç dakika içinde yemeğini yemiş; sokakta oyuna dalmıştı bile...
Gazzeli bir ailenin küçük oğluydu Fatih. Beş yaşına girmemişti daha; ama rakamları sollayıp geçecek kadar zeki ve olgun bir çocuktu. Sürekli merakla bakan iri siyah gözleri, kulaklarının üzerine düşen saçları, geceyi bile uykusundan kaldıran cıvıl cıvıl sesiyle yalnız ailesinin değil; mahallesinin de göz bebeği olmuştu kısa zamanda... Annesinin sesiyle irkildi:
"Fatih! Gel oğlum hadi, baban geldi, camiye götürecekmiş seni..."
Koşarak gitti annesinin yanına. "Bak yine toza toprağa bulanmış ellerin. Hadi yıka da öyle gidin, hadi oğlum..."
"Yıkamazsam n'olur anne?.."
Yine soruyordu. Susmuyordu o heyecanlı gözler. Geleceğin büyük adamlarından biri olacağının müjdeleyicisiydi belki de bu parlayan kandiller...
"Yıkamazsan, Allah, 'Fatih kulum benim karşıma elleri çamurlu çıkıyor.' der..." "Üzülür mü?"
"Hı hı, üzülür tabii oğlum..."
"Tamam hemen yıkıyorum anne, üzülmesin, ben O'nu çok seviyorum..."
Koşa koşa gitti. Baktı annesi arkasından. Bu çocuk bir armağan olmalıydı kendisine. Şükretti oracıkta, 'onu armağan eden'e...
Üç ay geçti aradan...
Bir sabah, kanı çekildi güzel kentin. Hastalandı bir anda. Değişti... Artık öykü yazmıyordu Fatih'in abisi. Babası, gizli gizli okuyordu Kur'an'ını. Annesinin güzel yemekleri tek çeşitte sabitlenmişti uzun süredir.
Fatih aynıydı, sorular soruyordu yine. En başta, bu kocaman tabancalı ve değişik konuşan adamlar neden gelmişti buraya?
Neden biz korkuyorduk onlardan, neden sürekli insanlar ölüyordu? Biz ne yapmıştık onlara, Fatih ne yapmıştı? Gökyüzünü mü kıskanmışlardı ondan, yoksa nefes alışını mı? Soruyordu ama, bu kez cevap veren yoktu ona...
Bir öğle vakti, endişeler içinde camiye gidiyordu üç beden... Babası, abisi ve Fatih... Fatih, evden çıkmadan, gıcır gıcır yıkamıştı ellerini.
"Artık sokakta hiç oynamıyorum, ellerimi çamura bulamıyorum; ama yine de yıkayayım, üzülmesin Allah'ım." diyordu kendi kendine.
Evden çıkmadan, istemsiz sarıldı, bağrına bastı annesi onu...
Annesi, hep ağlıyordu artık...
Öğle namazı...
Her gün biraz daha boşalıyordu saflar. Fatih de fark etmişti; ama soramıyordu. Cevaplar yoktu artık. Kim bilir, belki de o çirkin adamlar öldürmüştü cevapları da... Babasıyla abisinin arasında duruyordu. Eğildi, rükua vardı, sonra doğruldu, derken secdeye...
Sonra, sonra başını kaldıramadan bir gürültü koptu, yer yarıldı içine düşüyorum zanneti. Sonra karanlık, sonra bir ateş topu...
Sıcak... Acı... Tanımlayamıyordu Fatih. Hareket edemiyordu, neler oluyordu, bilmiyordu...
Bir daha hiç öykü yazmadı abisi. Fatih'i de yazamadı, İlham'ı da...
Hiç Kur'an okumadı babası sonrasında.
Annesi hiçbir zaman yapamadı o güzel yemeklerinden tekrar...
Solukların kesildiği yerde, alev alev yanan ateşin çığlıkları arasında, inceden bir ses yükseliyordu gökyüzüne...
Fatih... Minicik ellerini birbirine kenetlemiş, bir şeyler söylemeye çalışıyordu:
“Anne… Anneciğim… Ben yıkadım ama… Ellerim… Kan oldu… Allah… Üzülür mü anne?..”
Gamze Elif DİLBAZ
SUDBA (KADER)
Eller semaya yükselmiş dua dua yakarışa geçilmişti soğuk bir Şubat gecesinde. Odanın karanlığında, bir karanlığın fısıltıları yükseliyordu odanın tavanına, bir de Akif’in yalvarışı. Sesine bir titreklik hakimdi. Şu çetin kış koşullarında, ata vatandaydı lakin yine de baba ocağından, ana kucağından, sevdiklerinin sıcak tebessümlerinden uzaktaydı. O gün yaşadıklarını düşündüğünde, içi dışarıdaki çetin kış günlerine inat, bir anda bahar mevsiminin ılık ve tatlı havasıyla doluverdi.
Kendisini ve kendisi gibi düşünen ya da kendisinin onlar gibi düşündüğü yani yüreklerinin bir attığı kardeşlerini hangi sebeplerin buralara getirdiğini o an daha iyi anlıyordu. Daha iyi anlıyordu, ana babayı terk ederek, yurdu yuvayı arkada bırakarak buralara geliş sebeplerini. Bir gün önce başlayıp, o gün sona eren olaylar zinciri gözlerinin önünden geçince; “elhamdülillah” dedi.
Anadolu’nun yiğit evlatları, yeryüzünde el uzatıp gönüllerindekini paylaşacak insan kalmayıp, aya merdiven dayayacak zaman gelinceye kadar, bir şeylere söz vermişlerdi. Açacaklardı yüreklerini en müstesna köşesine kadar. Kalmayacaktı el uzatmayacakları ve ilgi göstermeyecekleri mahzun bir gönül. Sözleri buydu. Onun için çıkmışlardı yurtlarından, yuvalarından. Biliyorlardı ki omuz verdikleri yük, daha nice omuz tarafından taşınacak ve insanlığa ebedi muştuyu verecekti.
Soğuk Şubat’ın, soğuk bir gecesi idi. Seccadesinde otururken, yağan kar ve esen buz gibi rûzgarın uğultusu vardı dışarıda. Bir de arada sırada sokaktan geçen, bahtı kara, 70 yılını esaretle geçirmiş, kimliklerini kaybedeyazmış bir neslin şanssız çekik gözlü bir ferdinin, karda giderken çıkardığı ayak sesi. Lakin o, ne dışarıyı ve dışarıdan gelen sesi duyuyor, ne de karın ışıltısının içeriye süzülen parıltısını görebiliyordu.
Üşüyor muydu yoksa ağlıyor mu, belli değildi. Gözleri dolup dolup boşalıyor, yanakları akan damlalarla ark oluyordu. Hafızası, gurbet diyarlarında, hicret yurtlarında yaşadığı ilk Kurban Bayramına ve bayramın ilk günü yaşadıklarına götürdü kendisini…
Heyecanlıydı. İlk kez baba ocağından uzakta Kurban Bayramını idrak ediyordu. Türkiye’den gelmiş kardeşleriyle bir olup, yıllar boyunca dinden uzak kalmaya zorlanmış Orta Asya’nın yiğit insanlarıyla saf tutup, şehrin en büyük camiinde Bayram namazını kılmışlardı. Aralarında topladıkları paralarla, arefe günü kurbanlıklar almışlar, koçlarının alınlarını da kınalamışlardı. Herkes bir tane kurban kesemiyordu. Zar zor geçinmelerine yetecek kadar aldıkları maaşları, maddi sıkıntılar yaşamalarına sebep oluyor, ama onları iyilik yapmaktan, hayır işlemekten geri bırakmıyordu. Bütün olumsuzluklar rağmen bu genç fidanlar beraber hareket edip, kurban kesmenin sevabını paylaşmaya karar vermişler ve kurbanlıklar için aralarında para toplamışlardı.
Namaz kılınmış ve cami avlusuna çıkılıp, yüreklerdeki sızıyla birlikte saf tutan cemaate, Akif ve arkadaşları da dahil olmuşlar, ahaliyle bayramlaşmışlardı. Bayramlaşmanın ardından, içlerinde evli olan tek arkadaşlarının evine kahvaltı yapmaya gittiler. Halil İbrahim sofrasının bereketiyle bereketlenmiş bayram sofrasında gıdalandıktan sonra kurban kesecekleri yere hareket ettiler.
Bir gün önce kendi aralarında konuşmuşlar ve karar vermişlerdi: Kurbanlarının etlerini, yaşadıkları yerdeki, tanıdıkları tanımadıkları, adını bildikleri ya da bilmedikleri komşularına dağıtacaklar ve Allah rızası için tanışmak adına basamak yapacaklardı bunu.
Tekbirler eşliğinde kesilen kurbanlar, karlı ve soğuk havada parçalanıp, paylara ayrıldıktan sonra birer birer komşulara dağıtılacaktı. Hem de kapı ayırt etmeksizin, Müslüman Hıristiyan oluşlarına bakılmaksızın… birer birer dağıtılacaktı. Öyle istişare etmişler ve karar almışlardı.
Akif ve arkadaşı Yozgatlı Halil de ellerine et paketlerini alıp hemen yakındaki 6 katlı tipik Rus yapımı olan binaya dalıverdiler. En üst kattan başlayıp, zemine kadar ineceklerdi.
Erken uyanmaya alışık bu çekik gözlü atayurdu insanları da o bayram sabahının bilinciyle erkenden uyanmışlar ve güne öyle başlamışlardı. Ama bizim yiğitler gibi yapmamış, belki de güçleri yetmediği, imkanları olmadığı için Kurban kesememişlerdi.
Akif dokundu önünde durdukların ilk kapının ziline. Kısa bir süre sonra kapıyı açan evin hanımına, o günün Kurban Bayramı olduğunu, kestikleri kurbanı kendileriyle paylaşmak istediklerini, bu vesileyle de bayramlarını tebrik ettiklerini söylediler. Karşılarındaki bayanın yüzünde tebessüm belirdi, teşekkür etti, o da bizimkilerin bayramını kutladı ve kapıyı kapattı. Mutlu olmuşlardı. İlk kapı ve kabul görüş. İkinci, üçüncü, beşinci derken sıra, ikinci katta bulunan bir daireye geldi. Acele ediyorlardı. Daha iki bina vardı önlerinde. Kurban etleri ve onları dağıtacakları kapılar kendilerini bekliyordu.
O dairenin kapısına gelinceye kadar hiçbir kapı, ikramlarını geri çevirmemiş, hatta çok mutlu olduklarını belirtip dua edenler bile olmuştu. Kapının ziline dokunma sırası yine Akif’teydi. Akif, tatlı bir heyecanla dokunuverdi parmağıyla zile. Bu defa, içeriden ses gelmedi diğer kapılardan geldiği çabuklukla. Biraz daha beklediler. Yaklaşık 3 dakika sonra içeriden bir ses geldi. “İdu” “Geliyorum” diyordu Rusça. Ardından bir kelime daha; “podorjditi pajalusta” “Bekler misiniz lutfen?”
Beklediler yaklaşık bir dakika kadar daha kapının önünde. Kurbanlıklarının etini paylaşabilmek ve gönülden gönüle bir köprü kurabilmenin temelini atabilmek için. Kapıyı artık iki büklüm olmuş, başı saçlarının ön tarafı gözükecek şekilde örtüyle kapalı, koyu mavi gözlü bir Rus teyze açtı. Kendilerini tanıtıp, bugün Allah için kurban kestiklerini, onun etinden de bir parçayı kendisine getirdiklerini söyledi alnında gece namazının kırmızı bir gülü gülü duran Akif. Adı Nadıerjda idi yaşlı Rus kadınının. Türkçedeki anlamıyla “ümit”. Şaşırmıştı Nadıerjda. Zira ümidini yitireli çok olmuştu. Aylar ve yıllar var ki birileri kapısını çalıp da bir şeyler ikram etmemişti kendisine. Yalnızlığın kollarına hapsolmuş, “sudba” “kader” dedikleri mukadderata boyun eğmişti. Şaşkınlığı yüzüne aksetmiş ve bunu sözleriyle hemen iletmişti karşısındaki ak yüzlü yiğitlere:
- Bir yanlışlık olmasın, dedi. Ben Müslüman değilim ki.
- Olsun, dedi bizim kara yağız yiğitler. Bizim kurbanımızın eti herkes için. Biz Müslümanlar, senede bir de olsa kurban keser ve etini Allah rızası için etrafımızda bulunanlarla ve de özellikle ihtiyaç sahibi olanlarla paylaşırız. Sizinle de paylaşmak istedik. Sizin de bayramınızı kutluyor ve kurbanımızdan ayırdığımız bu parça eti kabul etmenizi istirham ediyoruz, dediler.
- Alamam, dedi yaşlı kadın. İyi düşünün, yanlış yapıyor olmayasınız.
- Hayır, bu sizin, dediler ve eti uzattılar.
Eti eline alan kadın, teşekkür edince, “iyi günler” deyip bir alt kata indiler. İki daire kalmıştı binada. Ellerindeki son parçaları da verip hemen arkadaşlarının yanlarına döndüler.
Ancak Nadıerjda teyze, kafasını yoğurup duran sorularla mutfağa yöneldi. Eti mutfak masasına koydu, sandalyesine oturdu ve ete bakarak kendi kendine:
“Bunlar benim kapımı Müslüman olduğumu sanarak çaldılar belki de. Sonra da ayıp olmasın diyerek eti verip gittiler herhalde” diye mırıldandı. Genç adamlar, Müslümanlıktan, Allah’tan, rızadan, paylaşmadan bahsetmişlerdi. Soru işaretleri hücum etti kafasına. İçi rahat etmemişti. Hemen, soğuktan korunmak için yer yer üzeri yamalarla kaplanmış paltosunu giyindi, ayaklarına uzun boğazlı botlarını taktı, eline et paketini alıp, ağır ağır indi merdivenleri. Gençleri bulacak ve içini kemiren rahatsızlığı anlatacak ve kurban etini onlara iade edecekti.
Ağır adımlarla karlı sokaklarda ilerledi ve bir binanın bahçesindeki kalabalığın yanaına yaklaşıp ona selam verdikten sonra Akif’le arkadaşı Halil’in yanlarına yaklaştı. Tanımıştı bizim delikanlılar Nadıerjda teyzeyi. Kadın bir iki derin soluk alıp verdikten sonra belini doğrulttu;
- Ben, bana getirdiğiniz eti iade etmeye geldim, dedi. Ben Müslüman değilim. Bir yanlış oldu herhalde. Kurban Siz Müslümanlar için. Bense bir hıristiyanım.
Halil hemen atılıp;
- Teyzeciğim, Müslümanlık paylaşımcı bir dindir. Biz kurbanı Allah rızası için keser ve etini de Onun rızasını kazanmak için dağıtırız. Biz ilk kez yurdumuzdan, Türkiye’mizden uzakta bir bayram yaşıyor ve bunu da Sizlerle paylaşmak istiyoruz. Allah, elimizdeki paylaşmayı emrettiği için biz de mevcut olanı Sizinle u bayram vesilesiyle paylaşmak istedik. Lutfen kırmayın bizi ve kabul edin hediyemizi, dedi.
Nadıerjda teyze etkilenmişti. “Nasıl bir dindir bu Müslümanlık” deyince, bizim adeta ruhlara hayat üfleyen delikanlılarımız kısaca anlatıverdiler güzel dinimizi. Nadıerjda teyze, duydukları karşısında başını sallıyor, her geçen dakika biraz daha pür dikkat kesiliyordu anlatılanlara ve anlatan nur yüzlü fidanlara.
Bildiklerini, yaklaşık 45 dakika boyunca anlattılar o soğuk bayram sabahında. Altına verdikleri sandalyede oturan koyu mavi gözlü, bembeyaz yüzlü Nadıerjda teyze, birden;
“Ben de anlattığınız bu güzel dininize girebilir miyim? Bu nasıl mümkündür” diye sorunca iki arkadaş birbirlerine baktılar. Şaşırmışlar ancak Allah’ın bu lütfu karşısında da içlerinden hemen şükür ifadelerini geçirmişlerdi.
Şehadeti anlattılar. Yavaş yavaş, dilinin döndüğünce de ona tekrarlattılar. Adı “ümit” olan Rus kadın Nadıerjda Müslüman olmuştu. Kırık dökük kelimelerle şehadet getiriyor, şehadet getirdikçe de yüzüne bambaşka bir renk yayılıyordu. “La ilahe illallah, Muhammed rasulullah” diyordu. Hem de ardı ardına. Mutluluğu gözlerinden okunuyordu.
Birden oturduğu sandalyeden doğruldu ve gitmek için izin istedi. Evine gidip kendiyle baş başa kalmak ve içini kaplayan huzuru daha derinden hissetmek istediğini söyledi.
Akif’le Halil, Nadıerjda teyzenin itirazlarına rağmen ona eşlik edip, dairesinin kapısına kadar götürdüler. Nadıerjda teyzenin şaşkın bakışları önünde, ellerini öpüp vedalaştılar. En kısa zamanda geri geleceklerini, bir sıkıntısı olduğunda kendileriyle mutlaka paylaşmasını beklediklerini, yapılacak işlerinde de mutlaka haber vermesini istediklerini söyleyip ayrıldılar ordan.
İçleri coşku doluydu. Ama aynı zamanda Allah’a şükrediyorlardı. Allah, birinin ahiretini kurtarmasına onları ve kestikleri kurbanın etini vesile kılmıştı. Nadıerjda teyzenin miracı Kurban Bayramı olmuştu.
Akşam olunca, yaşadıkları bayram telaşıyla evlerine dağılmışlardı. Tatlı bir yorgunluk hakimdi. Aynı evde kalan Akif ve Halil ile diğer iki arkadaşları yorgun düşmüşler, beraberce kıldıkları yatsı namazından sonra yataklarına uzanıvermişlerdi.
Bayramın ikinci günü ve saat 9 civarında, bir önceki gün kurban eti dağıttıkları binalardan birinde oturan tanıdık bir yüz çaldı kapıları. Telaşlıydı. Hemen gelmelerini istiyordu Akif’le Halil’den. Üstlerine bir şeyler alıp, hemen çıktılar sokağa bizim garibler. Lapa lapa kar yağmaya başlamıştı. Kar yağışından göz gözü görmüyordu adeta. Hemen yan binaya girdi kapılarını çalan kişi. Onlar da peşlerinden. İkinci kata çıkatılar. Sola dönüp, açık duran bir dairenin kapısının önüne geldiler. Bu Nadıerjda teyzenin eviydi. O ana kadar öğrenmemişlerdi. Onları haberdar eden komşuları, sabah ekmek getirdiği yaşlı Rus kadının gece vefat ettiğini ve bunu da Akif’le Halil’e bilme zorunluluğu duyduğunu söyledi. Gençler çok yaşıyorlardı. Ancak içlerinden de daha bir günlük Müslüman Nadıerjda teyzenin ruhuna fatihalar ve yasinler yolluyorlardı…
Akif, bunları düşünürken, kendisi gibi, yüzlerce kardeşinin buralara gelmesine vesilen olanlara, kendilerine rehberlik edenlere, bu ufku onlara açan büyüğüne dualar ediyor, bir kişinin imanına vesile ettiği için de Allah’a binlerce defa hamd ediyordu. Gözlerinden dökülen yaşlara, dudaklarından dökülen şu dua eşlik ediyordu:“Allah’ım, bu iman hizmetine gönül veren hizmet erlerini Senin rızan istikametinden ayırma ve bütün insanlığa Seni hakkıyla anlatmayı hepimize nasip eyle. Rabbim, bizim miracımızı da Peygamber efendimizin miracına benzet. Amin”
Hikaye: ASIM YILDIRIM
Kendisini ve kendisi gibi düşünen ya da kendisinin onlar gibi düşündüğü yani yüreklerinin bir attığı kardeşlerini hangi sebeplerin buralara getirdiğini o an daha iyi anlıyordu. Daha iyi anlıyordu, ana babayı terk ederek, yurdu yuvayı arkada bırakarak buralara geliş sebeplerini. Bir gün önce başlayıp, o gün sona eren olaylar zinciri gözlerinin önünden geçince; “elhamdülillah” dedi.
Anadolu’nun yiğit evlatları, yeryüzünde el uzatıp gönüllerindekini paylaşacak insan kalmayıp, aya merdiven dayayacak zaman gelinceye kadar, bir şeylere söz vermişlerdi. Açacaklardı yüreklerini en müstesna köşesine kadar. Kalmayacaktı el uzatmayacakları ve ilgi göstermeyecekleri mahzun bir gönül. Sözleri buydu. Onun için çıkmışlardı yurtlarından, yuvalarından. Biliyorlardı ki omuz verdikleri yük, daha nice omuz tarafından taşınacak ve insanlığa ebedi muştuyu verecekti.
Soğuk Şubat’ın, soğuk bir gecesi idi. Seccadesinde otururken, yağan kar ve esen buz gibi rûzgarın uğultusu vardı dışarıda. Bir de arada sırada sokaktan geçen, bahtı kara, 70 yılını esaretle geçirmiş, kimliklerini kaybedeyazmış bir neslin şanssız çekik gözlü bir ferdinin, karda giderken çıkardığı ayak sesi. Lakin o, ne dışarıyı ve dışarıdan gelen sesi duyuyor, ne de karın ışıltısının içeriye süzülen parıltısını görebiliyordu.
Üşüyor muydu yoksa ağlıyor mu, belli değildi. Gözleri dolup dolup boşalıyor, yanakları akan damlalarla ark oluyordu. Hafızası, gurbet diyarlarında, hicret yurtlarında yaşadığı ilk Kurban Bayramına ve bayramın ilk günü yaşadıklarına götürdü kendisini…
Heyecanlıydı. İlk kez baba ocağından uzakta Kurban Bayramını idrak ediyordu. Türkiye’den gelmiş kardeşleriyle bir olup, yıllar boyunca dinden uzak kalmaya zorlanmış Orta Asya’nın yiğit insanlarıyla saf tutup, şehrin en büyük camiinde Bayram namazını kılmışlardı. Aralarında topladıkları paralarla, arefe günü kurbanlıklar almışlar, koçlarının alınlarını da kınalamışlardı. Herkes bir tane kurban kesemiyordu. Zar zor geçinmelerine yetecek kadar aldıkları maaşları, maddi sıkıntılar yaşamalarına sebep oluyor, ama onları iyilik yapmaktan, hayır işlemekten geri bırakmıyordu. Bütün olumsuzluklar rağmen bu genç fidanlar beraber hareket edip, kurban kesmenin sevabını paylaşmaya karar vermişler ve kurbanlıklar için aralarında para toplamışlardı.
Namaz kılınmış ve cami avlusuna çıkılıp, yüreklerdeki sızıyla birlikte saf tutan cemaate, Akif ve arkadaşları da dahil olmuşlar, ahaliyle bayramlaşmışlardı. Bayramlaşmanın ardından, içlerinde evli olan tek arkadaşlarının evine kahvaltı yapmaya gittiler. Halil İbrahim sofrasının bereketiyle bereketlenmiş bayram sofrasında gıdalandıktan sonra kurban kesecekleri yere hareket ettiler.
Bir gün önce kendi aralarında konuşmuşlar ve karar vermişlerdi: Kurbanlarının etlerini, yaşadıkları yerdeki, tanıdıkları tanımadıkları, adını bildikleri ya da bilmedikleri komşularına dağıtacaklar ve Allah rızası için tanışmak adına basamak yapacaklardı bunu.
Tekbirler eşliğinde kesilen kurbanlar, karlı ve soğuk havada parçalanıp, paylara ayrıldıktan sonra birer birer komşulara dağıtılacaktı. Hem de kapı ayırt etmeksizin, Müslüman Hıristiyan oluşlarına bakılmaksızın… birer birer dağıtılacaktı. Öyle istişare etmişler ve karar almışlardı.
Akif ve arkadaşı Yozgatlı Halil de ellerine et paketlerini alıp hemen yakındaki 6 katlı tipik Rus yapımı olan binaya dalıverdiler. En üst kattan başlayıp, zemine kadar ineceklerdi.
Erken uyanmaya alışık bu çekik gözlü atayurdu insanları da o bayram sabahının bilinciyle erkenden uyanmışlar ve güne öyle başlamışlardı. Ama bizim yiğitler gibi yapmamış, belki de güçleri yetmediği, imkanları olmadığı için Kurban kesememişlerdi.
Akif dokundu önünde durdukların ilk kapının ziline. Kısa bir süre sonra kapıyı açan evin hanımına, o günün Kurban Bayramı olduğunu, kestikleri kurbanı kendileriyle paylaşmak istediklerini, bu vesileyle de bayramlarını tebrik ettiklerini söylediler. Karşılarındaki bayanın yüzünde tebessüm belirdi, teşekkür etti, o da bizimkilerin bayramını kutladı ve kapıyı kapattı. Mutlu olmuşlardı. İlk kapı ve kabul görüş. İkinci, üçüncü, beşinci derken sıra, ikinci katta bulunan bir daireye geldi. Acele ediyorlardı. Daha iki bina vardı önlerinde. Kurban etleri ve onları dağıtacakları kapılar kendilerini bekliyordu.
O dairenin kapısına gelinceye kadar hiçbir kapı, ikramlarını geri çevirmemiş, hatta çok mutlu olduklarını belirtip dua edenler bile olmuştu. Kapının ziline dokunma sırası yine Akif’teydi. Akif, tatlı bir heyecanla dokunuverdi parmağıyla zile. Bu defa, içeriden ses gelmedi diğer kapılardan geldiği çabuklukla. Biraz daha beklediler. Yaklaşık 3 dakika sonra içeriden bir ses geldi. “İdu” “Geliyorum” diyordu Rusça. Ardından bir kelime daha; “podorjditi pajalusta” “Bekler misiniz lutfen?”
Beklediler yaklaşık bir dakika kadar daha kapının önünde. Kurbanlıklarının etini paylaşabilmek ve gönülden gönüle bir köprü kurabilmenin temelini atabilmek için. Kapıyı artık iki büklüm olmuş, başı saçlarının ön tarafı gözükecek şekilde örtüyle kapalı, koyu mavi gözlü bir Rus teyze açtı. Kendilerini tanıtıp, bugün Allah için kurban kestiklerini, onun etinden de bir parçayı kendisine getirdiklerini söyledi alnında gece namazının kırmızı bir gülü gülü duran Akif. Adı Nadıerjda idi yaşlı Rus kadınının. Türkçedeki anlamıyla “ümit”. Şaşırmıştı Nadıerjda. Zira ümidini yitireli çok olmuştu. Aylar ve yıllar var ki birileri kapısını çalıp da bir şeyler ikram etmemişti kendisine. Yalnızlığın kollarına hapsolmuş, “sudba” “kader” dedikleri mukadderata boyun eğmişti. Şaşkınlığı yüzüne aksetmiş ve bunu sözleriyle hemen iletmişti karşısındaki ak yüzlü yiğitlere:
- Bir yanlışlık olmasın, dedi. Ben Müslüman değilim ki.
- Olsun, dedi bizim kara yağız yiğitler. Bizim kurbanımızın eti herkes için. Biz Müslümanlar, senede bir de olsa kurban keser ve etini Allah rızası için etrafımızda bulunanlarla ve de özellikle ihtiyaç sahibi olanlarla paylaşırız. Sizinle de paylaşmak istedik. Sizin de bayramınızı kutluyor ve kurbanımızdan ayırdığımız bu parça eti kabul etmenizi istirham ediyoruz, dediler.
- Alamam, dedi yaşlı kadın. İyi düşünün, yanlış yapıyor olmayasınız.
- Hayır, bu sizin, dediler ve eti uzattılar.
Eti eline alan kadın, teşekkür edince, “iyi günler” deyip bir alt kata indiler. İki daire kalmıştı binada. Ellerindeki son parçaları da verip hemen arkadaşlarının yanlarına döndüler.
Ancak Nadıerjda teyze, kafasını yoğurup duran sorularla mutfağa yöneldi. Eti mutfak masasına koydu, sandalyesine oturdu ve ete bakarak kendi kendine:
“Bunlar benim kapımı Müslüman olduğumu sanarak çaldılar belki de. Sonra da ayıp olmasın diyerek eti verip gittiler herhalde” diye mırıldandı. Genç adamlar, Müslümanlıktan, Allah’tan, rızadan, paylaşmadan bahsetmişlerdi. Soru işaretleri hücum etti kafasına. İçi rahat etmemişti. Hemen, soğuktan korunmak için yer yer üzeri yamalarla kaplanmış paltosunu giyindi, ayaklarına uzun boğazlı botlarını taktı, eline et paketini alıp, ağır ağır indi merdivenleri. Gençleri bulacak ve içini kemiren rahatsızlığı anlatacak ve kurban etini onlara iade edecekti.
Ağır adımlarla karlı sokaklarda ilerledi ve bir binanın bahçesindeki kalabalığın yanaına yaklaşıp ona selam verdikten sonra Akif’le arkadaşı Halil’in yanlarına yaklaştı. Tanımıştı bizim delikanlılar Nadıerjda teyzeyi. Kadın bir iki derin soluk alıp verdikten sonra belini doğrulttu;
- Ben, bana getirdiğiniz eti iade etmeye geldim, dedi. Ben Müslüman değilim. Bir yanlış oldu herhalde. Kurban Siz Müslümanlar için. Bense bir hıristiyanım.
Halil hemen atılıp;
- Teyzeciğim, Müslümanlık paylaşımcı bir dindir. Biz kurbanı Allah rızası için keser ve etini de Onun rızasını kazanmak için dağıtırız. Biz ilk kez yurdumuzdan, Türkiye’mizden uzakta bir bayram yaşıyor ve bunu da Sizlerle paylaşmak istiyoruz. Allah, elimizdeki paylaşmayı emrettiği için biz de mevcut olanı Sizinle u bayram vesilesiyle paylaşmak istedik. Lutfen kırmayın bizi ve kabul edin hediyemizi, dedi.
Nadıerjda teyze etkilenmişti. “Nasıl bir dindir bu Müslümanlık” deyince, bizim adeta ruhlara hayat üfleyen delikanlılarımız kısaca anlatıverdiler güzel dinimizi. Nadıerjda teyze, duydukları karşısında başını sallıyor, her geçen dakika biraz daha pür dikkat kesiliyordu anlatılanlara ve anlatan nur yüzlü fidanlara.
Bildiklerini, yaklaşık 45 dakika boyunca anlattılar o soğuk bayram sabahında. Altına verdikleri sandalyede oturan koyu mavi gözlü, bembeyaz yüzlü Nadıerjda teyze, birden;
“Ben de anlattığınız bu güzel dininize girebilir miyim? Bu nasıl mümkündür” diye sorunca iki arkadaş birbirlerine baktılar. Şaşırmışlar ancak Allah’ın bu lütfu karşısında da içlerinden hemen şükür ifadelerini geçirmişlerdi.
Şehadeti anlattılar. Yavaş yavaş, dilinin döndüğünce de ona tekrarlattılar. Adı “ümit” olan Rus kadın Nadıerjda Müslüman olmuştu. Kırık dökük kelimelerle şehadet getiriyor, şehadet getirdikçe de yüzüne bambaşka bir renk yayılıyordu. “La ilahe illallah, Muhammed rasulullah” diyordu. Hem de ardı ardına. Mutluluğu gözlerinden okunuyordu.
Birden oturduğu sandalyeden doğruldu ve gitmek için izin istedi. Evine gidip kendiyle baş başa kalmak ve içini kaplayan huzuru daha derinden hissetmek istediğini söyledi.
Akif’le Halil, Nadıerjda teyzenin itirazlarına rağmen ona eşlik edip, dairesinin kapısına kadar götürdüler. Nadıerjda teyzenin şaşkın bakışları önünde, ellerini öpüp vedalaştılar. En kısa zamanda geri geleceklerini, bir sıkıntısı olduğunda kendileriyle mutlaka paylaşmasını beklediklerini, yapılacak işlerinde de mutlaka haber vermesini istediklerini söyleyip ayrıldılar ordan.
İçleri coşku doluydu. Ama aynı zamanda Allah’a şükrediyorlardı. Allah, birinin ahiretini kurtarmasına onları ve kestikleri kurbanın etini vesile kılmıştı. Nadıerjda teyzenin miracı Kurban Bayramı olmuştu.
Akşam olunca, yaşadıkları bayram telaşıyla evlerine dağılmışlardı. Tatlı bir yorgunluk hakimdi. Aynı evde kalan Akif ve Halil ile diğer iki arkadaşları yorgun düşmüşler, beraberce kıldıkları yatsı namazından sonra yataklarına uzanıvermişlerdi.
Bayramın ikinci günü ve saat 9 civarında, bir önceki gün kurban eti dağıttıkları binalardan birinde oturan tanıdık bir yüz çaldı kapıları. Telaşlıydı. Hemen gelmelerini istiyordu Akif’le Halil’den. Üstlerine bir şeyler alıp, hemen çıktılar sokağa bizim garibler. Lapa lapa kar yağmaya başlamıştı. Kar yağışından göz gözü görmüyordu adeta. Hemen yan binaya girdi kapılarını çalan kişi. Onlar da peşlerinden. İkinci kata çıkatılar. Sola dönüp, açık duran bir dairenin kapısının önüne geldiler. Bu Nadıerjda teyzenin eviydi. O ana kadar öğrenmemişlerdi. Onları haberdar eden komşuları, sabah ekmek getirdiği yaşlı Rus kadının gece vefat ettiğini ve bunu da Akif’le Halil’e bilme zorunluluğu duyduğunu söyledi. Gençler çok yaşıyorlardı. Ancak içlerinden de daha bir günlük Müslüman Nadıerjda teyzenin ruhuna fatihalar ve yasinler yolluyorlardı…
Akif, bunları düşünürken, kendisi gibi, yüzlerce kardeşinin buralara gelmesine vesilen olanlara, kendilerine rehberlik edenlere, bu ufku onlara açan büyüğüne dualar ediyor, bir kişinin imanına vesile ettiği için de Allah’a binlerce defa hamd ediyordu. Gözlerinden dökülen yaşlara, dudaklarından dökülen şu dua eşlik ediyordu:“Allah’ım, bu iman hizmetine gönül veren hizmet erlerini Senin rızan istikametinden ayırma ve bütün insanlığa Seni hakkıyla anlatmayı hepimize nasip eyle. Rabbim, bizim miracımızı da Peygamber efendimizin miracına benzet. Amin”
Hikaye: ASIM YILDIRIM
HAYAT ERTELENMEZ
Hayat ertelenemez…
Daha doğar doğmaz anlamalıydın
Her şeyin er yada geç bir sonu olduğunu…
Zamanı geldiğinde çıkıverdin sahneye
Sonu meçhul bir oyuna açılınca perdeler,
Doğup başladın sen de herkes gibi, ölmeye…
Çok geçmeden öğrendin ertelemeyi
Şımarıp da babanı az bekletmedin,
Baba diyebildiğini duyması için
Ve diz üstü süründün aylarca usanmadan
Kucak açıp, koşmanı beklerken sevdiklerin…
İnsan istemese de geçiyor işte zaman
Artık sen o evin yumurcağı değildin.
Derken bir listeye yazdırdılar adını,
Her sabah "burada mı?" diye sordular
Sense hep "bugün nasıl bitecek" diye
Yaşamayı ertelerken geçti güzelim yıllar…
Son akşama bıraktın her seferinde
Kabus gibi sınavlara hazırlanmayı
Götürdü bak doğruları yanlış cevaplar
Planlar yazmaktan yıprandı parmakların
Ondan çalamayışın hayalindeki sazı
Tüm zor başlangıçları yarınlara bıraktın
Sana bir şey öğretecek oysa yarınlar:
Hayat bu, ertelenmez…
Gidip başkasına yar oldular hep,
Sevip de bir türlü söylemediğin kızlar
Sen yeni düşler kurarken yatağında,
Hayallerini çaldı zalim hırsızlar…
Sensiz gecelerde üşüdü sevdiklerin;
Sense terleyip durdun kaygıların koynunda
Paylaşmalıydın oysa, servetin yalnız bugün
Yarınlarsa meçhul, gelmedi daha …
Alnında dünden emanet kırışıklıklar
Yaptıklarına dair pişmanlıkların izi
Yapamadıklarınsa birer mıhtır aklında
Çekip de gidenler unutulsa da biraz,
Yaradır hep aramızda yaşanmadan kalanlar
Hayatta keşkelere yer yoktur ama
Keşke bildiğin kadar yapabilseydin
Haykırabilseydin haklı olduğun kadar
Haksız olduğundaysa, susabilseydin
Ve annene o gülü uzatmak için
Keşke o kadar çok beklemeseydin
Çünkü güller annelerin ellerinde güzeldir
Kimsesiz bir mezar taşında değil.
İndir arada bir gökten bakışlarını
Bir kulak ver ne diyor, toprağa eğil !
Hayat bu, ertelenmez!..
Ömründen çalarmış hep, yarını bekleyenler
Çaldığın sadece yarınlar değil
Bozdurup sıhhatini nakde çevirdin
Aksini yapacaksın ilerde muhtemelen
Şu yokuşu bir çıksan ne gam, ne keder
Belki tüm insanlığın elinden tutacaksın…
Anlatma biliyorum, çok iyi olacaksın;
Düzen tutturuncaya dek yaşarsan eğer
Ama dedim ya dostum hayat ertelenemez!
Zamansız ve rötarsız gelecek bir gün ölüm,
Susturacak sazları acı bir siren !
Son bir fırsat şöyle dursun düşlerin için
İhtimal ki vaktin öyle bol olmayacak
Gözlerini kapamaya yetecek kadar
Donuk bakışların anlatacak tavana
Yapılacak ne çok işlerin vardı daha
Ve soluk teninden anlayacak görenler
Seni de üzermiş tutamadığın sözler…
Üzülüp beklemekten fazlasını yap artık
Haydi bütün yüreğinle doğrul yerinden
Bir adım, bir özür, belki de bir tebessüm
Ama ne olursun daha fazla bekleme
Ve bekletme daha fazla
Hayat bu, ertelenmez...
HALİL ÇALIŞKAN
Daha doğar doğmaz anlamalıydın
Her şeyin er yada geç bir sonu olduğunu…
Zamanı geldiğinde çıkıverdin sahneye
Sonu meçhul bir oyuna açılınca perdeler,
Doğup başladın sen de herkes gibi, ölmeye…
Çok geçmeden öğrendin ertelemeyi
Şımarıp da babanı az bekletmedin,
Baba diyebildiğini duyması için
Ve diz üstü süründün aylarca usanmadan
Kucak açıp, koşmanı beklerken sevdiklerin…
İnsan istemese de geçiyor işte zaman
Artık sen o evin yumurcağı değildin.
Derken bir listeye yazdırdılar adını,
Her sabah "burada mı?" diye sordular
Sense hep "bugün nasıl bitecek" diye
Yaşamayı ertelerken geçti güzelim yıllar…
Son akşama bıraktın her seferinde
Kabus gibi sınavlara hazırlanmayı
Götürdü bak doğruları yanlış cevaplar
Planlar yazmaktan yıprandı parmakların
Ondan çalamayışın hayalindeki sazı
Tüm zor başlangıçları yarınlara bıraktın
Sana bir şey öğretecek oysa yarınlar:
Hayat bu, ertelenmez…
Gidip başkasına yar oldular hep,
Sevip de bir türlü söylemediğin kızlar
Sen yeni düşler kurarken yatağında,
Hayallerini çaldı zalim hırsızlar…
Sensiz gecelerde üşüdü sevdiklerin;
Sense terleyip durdun kaygıların koynunda
Paylaşmalıydın oysa, servetin yalnız bugün
Yarınlarsa meçhul, gelmedi daha …
Alnında dünden emanet kırışıklıklar
Yaptıklarına dair pişmanlıkların izi
Yapamadıklarınsa birer mıhtır aklında
Çekip de gidenler unutulsa da biraz,
Yaradır hep aramızda yaşanmadan kalanlar
Hayatta keşkelere yer yoktur ama
Keşke bildiğin kadar yapabilseydin
Haykırabilseydin haklı olduğun kadar
Haksız olduğundaysa, susabilseydin
Ve annene o gülü uzatmak için
Keşke o kadar çok beklemeseydin
Çünkü güller annelerin ellerinde güzeldir
Kimsesiz bir mezar taşında değil.
İndir arada bir gökten bakışlarını
Bir kulak ver ne diyor, toprağa eğil !
Hayat bu, ertelenmez!..
Ömründen çalarmış hep, yarını bekleyenler
Çaldığın sadece yarınlar değil
Bozdurup sıhhatini nakde çevirdin
Aksini yapacaksın ilerde muhtemelen
Şu yokuşu bir çıksan ne gam, ne keder
Belki tüm insanlığın elinden tutacaksın…
Anlatma biliyorum, çok iyi olacaksın;
Düzen tutturuncaya dek yaşarsan eğer
Ama dedim ya dostum hayat ertelenemez!
Zamansız ve rötarsız gelecek bir gün ölüm,
Susturacak sazları acı bir siren !
Son bir fırsat şöyle dursun düşlerin için
İhtimal ki vaktin öyle bol olmayacak
Gözlerini kapamaya yetecek kadar
Donuk bakışların anlatacak tavana
Yapılacak ne çok işlerin vardı daha
Ve soluk teninden anlayacak görenler
Seni de üzermiş tutamadığın sözler…
Üzülüp beklemekten fazlasını yap artık
Haydi bütün yüreğinle doğrul yerinden
Bir adım, bir özür, belki de bir tebessüm
Ama ne olursun daha fazla bekleme
Ve bekletme daha fazla
Hayat bu, ertelenmez...
HALİL ÇALIŞKAN
DOĞRULUK VE CESARET
Bir zamanlar Uzak Doğu'da, artık yaşlandığını ve yerine geçecek birini seçmesi gerektiğini düşünen bir imparator varmış. Yardımcılarından ya da çocuklarından birini seçmek yerine; kendi yerine geçecek kişiyi değişik bir yolla seçmeye karar vermiş.
Bir gün, ülkesindeki bütün gençleri çağırmış ve;
"Artık tahttan inip yeni bir imparator seçme vakti geldi. Sizlerden birini seçmeye karar verdim." demiş. Gençler şaşırmışlar. Ancak o sürdürmüş konuşmasını;
"Bugün hepinize birer tohum vereceğim. Bir tek tohum... Ama bu çok özel bir tohum. Evlerinize gidip onu ekmenizi, sulayıp büyütmenizi istiyorum. Tam bir yıl sonra, büyüttüğünüz o tohumla buraya geleceksiniz. Sizi, yetiştirdiğiniz o tohuma göre değerlendirip, birinizi imparator seçeceğim."
Gençlerin arasında Ling adında biri varmış. O da diğerleri gibi tohumunu almış ve evinin yolunu tutmuş. Eve gidip heyecanla olayı annesine anlatmış. Annesi bir saksı ve biraz toprak bulup, onun tohumu ekmesine yardım etmiş. Sonra birlikte dikkatlice sulamışlar. Her gün sulayıp büyümesini bekliyorlarmış. Yaklaşık üç hafta sonra diğer gençler tohumlarının ne kadar büyüdüğünü anlatırken, Ling hayretle kendi tohumunda hiçbir değişiklik olmadığını görüyormuş. Üç hafta, dört hafta, beş hafta geçmiş... Hala hiçbir şey yokmuş. Diğerleri yetişen bitkilerinden söz ederken Ling çok üzülüyormuş. İmparatorun onu beceriksiz sanmasından çok endişeleniyormuş. Ancak, arkadaşlarına hiç bir şey demiyor sabırla bekliyormuş.
Sonunda bir yıl bitmiş ve tüm gençler bitkilerini imparatorun huzuruna getirmişler. Ling, annesine boş saksıyı götüremeyeceğini söyleyince, annesi ona cesaret verip; saksısını götürüp dürüst bir şekilde olanları
imparatora anlatmasını istemiş. Ling, annesinin sözünü tutmuş ve boş saksıyla saraya gitmiş. Saraya varınca; gördüğü bitkilerin güzellikleri karşısında şaşırmış. Sonra imparator gelmiş ve bütün gençleri selamlamış.
Ling, arkalarda bir yerlere saklanmaya çalışıyormuş. "Ne büyük bitkiler, çiçekler ve ağaçlar yetiştirmişsiniz. Bugün biriniz imparator olacak." demiş imparator.
Aniden arkada elinde boş saksısıyla Ling'i fark etmiş. Hemen muhafızlarına onu öne getirmelerini emretmiş. Ling çok korkmuş. "Sanırım beceriksizliğimden dolayı beni öldürtecek," demiş.
Ling öne geldiğinde imparator adını sormuş. "Adım Ling." demiş. Tüm gençler gülüşüp onunla alay etmeye başlamışlar. İmparator onları susturmuş. Ling'e bakıp kalabalığa doğru dönmüş. "Yeni imparatorunuzu selamlayın. Adı Ling'" demiş. Ling inanamamış. Çünkü tohumunu bile yetiştirememiş, nasıl imparator olurmuş?
İmparator devam etmiş:"Bir yıl önce burada herkese bir tohum verdim. Siz ekip, sulayıp bir yıl sonra getirecektiniz. Ama hepinize kaynamış tohum vermiştim. Asla büyümeyecek olan... Ancak Ling'in dışında herkes ağaçlar, bitkiler ve çiçekler getirdi; çünkü tohumun büyümediğini fark edince hepiniz onu bir başka tohumla değiştirdiniz. Oysa sadece Ling, içinde benim verdiğim tohum olan boş saksıyı getirme cesaret ve dürüstlüğünü gösterdi. Onun için yeni imparatorunuz o olacak!”
Bir gün, ülkesindeki bütün gençleri çağırmış ve;
"Artık tahttan inip yeni bir imparator seçme vakti geldi. Sizlerden birini seçmeye karar verdim." demiş. Gençler şaşırmışlar. Ancak o sürdürmüş konuşmasını;
"Bugün hepinize birer tohum vereceğim. Bir tek tohum... Ama bu çok özel bir tohum. Evlerinize gidip onu ekmenizi, sulayıp büyütmenizi istiyorum. Tam bir yıl sonra, büyüttüğünüz o tohumla buraya geleceksiniz. Sizi, yetiştirdiğiniz o tohuma göre değerlendirip, birinizi imparator seçeceğim."
Gençlerin arasında Ling adında biri varmış. O da diğerleri gibi tohumunu almış ve evinin yolunu tutmuş. Eve gidip heyecanla olayı annesine anlatmış. Annesi bir saksı ve biraz toprak bulup, onun tohumu ekmesine yardım etmiş. Sonra birlikte dikkatlice sulamışlar. Her gün sulayıp büyümesini bekliyorlarmış. Yaklaşık üç hafta sonra diğer gençler tohumlarının ne kadar büyüdüğünü anlatırken, Ling hayretle kendi tohumunda hiçbir değişiklik olmadığını görüyormuş. Üç hafta, dört hafta, beş hafta geçmiş... Hala hiçbir şey yokmuş. Diğerleri yetişen bitkilerinden söz ederken Ling çok üzülüyormuş. İmparatorun onu beceriksiz sanmasından çok endişeleniyormuş. Ancak, arkadaşlarına hiç bir şey demiyor sabırla bekliyormuş.
Sonunda bir yıl bitmiş ve tüm gençler bitkilerini imparatorun huzuruna getirmişler. Ling, annesine boş saksıyı götüremeyeceğini söyleyince, annesi ona cesaret verip; saksısını götürüp dürüst bir şekilde olanları
imparatora anlatmasını istemiş. Ling, annesinin sözünü tutmuş ve boş saksıyla saraya gitmiş. Saraya varınca; gördüğü bitkilerin güzellikleri karşısında şaşırmış. Sonra imparator gelmiş ve bütün gençleri selamlamış.
Ling, arkalarda bir yerlere saklanmaya çalışıyormuş. "Ne büyük bitkiler, çiçekler ve ağaçlar yetiştirmişsiniz. Bugün biriniz imparator olacak." demiş imparator.
Aniden arkada elinde boş saksısıyla Ling'i fark etmiş. Hemen muhafızlarına onu öne getirmelerini emretmiş. Ling çok korkmuş. "Sanırım beceriksizliğimden dolayı beni öldürtecek," demiş.
Ling öne geldiğinde imparator adını sormuş. "Adım Ling." demiş. Tüm gençler gülüşüp onunla alay etmeye başlamışlar. İmparator onları susturmuş. Ling'e bakıp kalabalığa doğru dönmüş. "Yeni imparatorunuzu selamlayın. Adı Ling'" demiş. Ling inanamamış. Çünkü tohumunu bile yetiştirememiş, nasıl imparator olurmuş?
İmparator devam etmiş:"Bir yıl önce burada herkese bir tohum verdim. Siz ekip, sulayıp bir yıl sonra getirecektiniz. Ama hepinize kaynamış tohum vermiştim. Asla büyümeyecek olan... Ancak Ling'in dışında herkes ağaçlar, bitkiler ve çiçekler getirdi; çünkü tohumun büyümediğini fark edince hepiniz onu bir başka tohumla değiştirdiniz. Oysa sadece Ling, içinde benim verdiğim tohum olan boş saksıyı getirme cesaret ve dürüstlüğünü gösterdi. Onun için yeni imparatorunuz o olacak!”
DÜNYANIN YEDİ HARİKASI
Öğretmen çocuklara Dünya’nın Yedi Harikası’nı yazmalarını ister. Gelen cevaplar;
1) Artemis Tapınağı
2) İskenderiye Feneri
3) Helyos Heykeli
4) Babil’in Asma Bahçeleri
5) Mausoleum
6) Zeus Heykeli
7) Piramitler
Kız öğrencilerden birisi kâğıdını vermekte tereddüt eder. Öğretmenine; “Bence Dünya’nın 7 harikası bunlar değil” der. Öğrenciler kıza gülerler.
Öğretmen son derece anlayışlı bir şekilde;
"Peki, söyle bakalım senin listende neler var?"
Kız öğrenci önce duraksar sonra okumaya başlar.
“Bence Dünya’nın yedi harikası;
1) Görmek
2) Duymak
3) Dokunmak
4) Tatmak
5) Hissetmek
6) Gülmek
7) Ve Sevmek”
Odada sinek uçsa sesi duyulacak şekilde bir sessizlik oldu.
Basit, sıradan ve normal olarak düşündüğümüz ve gözden kaçırdığımız şeyler gerçekte ne kadar da mükemmeldirler.
1) Artemis Tapınağı
2) İskenderiye Feneri
3) Helyos Heykeli
4) Babil’in Asma Bahçeleri
5) Mausoleum
6) Zeus Heykeli
7) Piramitler
Kız öğrencilerden birisi kâğıdını vermekte tereddüt eder. Öğretmenine; “Bence Dünya’nın 7 harikası bunlar değil” der. Öğrenciler kıza gülerler.
Öğretmen son derece anlayışlı bir şekilde;
"Peki, söyle bakalım senin listende neler var?"
Kız öğrenci önce duraksar sonra okumaya başlar.
“Bence Dünya’nın yedi harikası;
1) Görmek
2) Duymak
3) Dokunmak
4) Tatmak
5) Hissetmek
6) Gülmek
7) Ve Sevmek”
Odada sinek uçsa sesi duyulacak şekilde bir sessizlik oldu.
Basit, sıradan ve normal olarak düşündüğümüz ve gözden kaçırdığımız şeyler gerçekte ne kadar da mükemmeldirler.
VE ASLIMA DÖNDÜM
İnancı güçlü olmayan bir baba ile sade bir Ortodoks annenin çocuğu olarak Ukrayna'da dünyaya geldim. Babam beni köy kilisesinde gizlice vaftiz etmiş. Komünizmin bütün yasaklarına rağmen annemden gelen "tek tanrı" inanışı ile büyüdüm.
Paskalyayı seviyordum. Elimden geldikçe paskalyadan evvelindeki kırk gün süren perhizi (oruç) tutmaya çalışıyordum. Paskalyadan önceki "Temiz Perşembe"yi ailecek heyecan içinde beklerdik. "Ben kimim, neciyim, nereden geldim?" bunların bir anlamı yoktu benim için o zamanlar. Yalnızca iyi bir üniversite okumak suretiyle iyi bir geleceğe hazırlanmak vardı, o kadar. Oldukça parlak bir öğrencilikten sonra ülkenin en iyi üniversitesinde öğrenim dili İngilizce olan işletme fakültesini okudum.
Yirmi yaşına gelinceye kadar hayat oldukça güzel geçmişti. Artık cevapsız soruların cenderesine düşmüştüm. Bir çekirge sürüsü gibi binlerce soru üşüştü beynime. Tanrı, İsa, insan, dünya, hayat, ölüm, cennet cehennem sonsuzluk... Tesadüf, tabiat, yaşam, ölüm... Sonra yokluk, ebedi yokluk. Bütün bu düşünceler bir sülük olup beyin zarımı emiyor; ama ben onlara bir cevap bulamıyordum. Kendimi karanlık bir odada yapayalnız hissediyordum. Kurtulmak için ne zaman bir hamle yapsam her seferinde dipsiz bir boşluğa yuvarlanıyordum. Ve bu boşluktan helezonlar çize çize düşüyordum. Ne bir ışık vardı ne de tutunacağım bir dal. Hepsinden beteri ruhumun çığlıklarını hiçbir kulağa işittiremiyordum. (Oysa o çığlıkları duysalardı aslanların, ödleri kopardı.) Etrafımdaki hiç kimse beni anlamıyordu. Dolayısıyla yardım edemiyorlardı. Bu bir yana "gençsin başarılısın ye, iç, gez-dolaş, bırak kendini bu kadar yıpratmayı." deyip kızıyorlardı. Sanki bunları istemiyormuşum gibi.
Hayatı bana zehir eden düşüncelerden kurtulmak için akıl oyunlarından, deli saçmalıklarına varıncaya kadar her yolu denememişim sanki. Olmuyordu ama olmuyordu işte. Yaptığım her şey bir pansumandan öteye geçmiyordu. O zamanlar benim için en mesut anlar, düşünmemeyi becerebildiğim anlardı. Bu anlar geçtiğinde ise geriye yine boşluk yine karanlık ve yine sop soğuk bir yalnızlık kalıyordu...
Bitkin gündüzleri ve uykusuz geceleriyle tam beş sene bu azabın kucağında çırpındım durdum. Hastane hastane dolaşmalar psikologdan psikologa koşmalar... Ama bir netice yoktu. Bütün bu girdapta tek tesellim anneciğimden aldığım inancımdı. Acılar da sevinçler de Tanrı'dandı. Uykusuz gecelerim boyunca beni bu durumdan kurtarması için hep O'na yalvardım durdum.
Sonunda çareyi başka bir ülkeye gitmekte bulacağıma inanarak evimden ayrıldım. Daha doğrusu içine düştüğüm karanlıktan kaçtım Tolstoy gibi.
Yüksek lisans yapmak üzere girdiğim imtihanı kazandım ve Avusturya'nın yolunu tuttum. Yeni bir ülke, yeni bir çevre ve yeni insanlar... Karanlık odanın Ukrayna'da kalacağını zannediyordum. Ama olmadı. Bu bir yana, karanlık odam bütün Avusturya'yı içine alacak kadar büyüdü. Şimdi anlıyorum ki karanlık benim içimdeymiş. Bu şekilde değil Avusturya'ya, güneşe bile gitseydim bir tek ışık devşiremezdim. Güneşte bile karanlığa gömülü kalmak ne korkunç, ne tuhaf... Bu hal içerisinde kalabalıklar arasında yalnız, ampuller altında ışıksız ömrümü geçiriyordum. Yeryüzünde 'Tam anlamıyla yalnızlığı sadece biri yaşamıştır' dense; tereddütsüz 'o benim' derim. Aslında pek çok arkadaşım vardı. Ama dar gününde yanında olmadıktan sonra sebebi ne olursa olsun bunaldığın anlarda başını yaslayacağın bir omuz olmadıktan sonra insan binlerin milyonların içinde tek başına kalıyor. Bu anlamda tam anlamıyla yalnızdım. Yapayalnız. Günler geçiyordu, hiç kimse olmuyordu yanımda. Ne bir arkadaş ne bir telefon ne de bir mektup. Bir ben vardım bir de boşluk... Bir ben bir de yalnızlık...
Dıştan bakıldığında okuluna giden, derslerinde başarılı geleceği parlak biri olarak görülüyordum. Ama içimdeki fırtınalardan kimsenin haberi yoktu. Kendimi oyalamazsam delirebilirim düşüncesiyle kitaplara sarıldım. Coelho, Tolstoy, Turgenyev'i okuyor, Ahmatova'nın şiirlerini ezberliyordum. Sonra, kendim bir şeyler yazıyor, dil öğreniyordum… Çok ciddi bir şekilde İncil okuyor, Tanrı'ya, O'na olan sevgimi kuvvetlendirmesi ve beni doğru yola iletmesi için yalvarıyordum.
Yalnızlığımı paylaşmak üzere internetteki Ortodoks sitelerine üye oldum, yazıcım durmadan İncil'den hikayeler yazıyordu. Bir papazla yazışıyordum bir de dinî eserler basan bir matbaa sahibiyle. Bilgilerimi güçlendirmek, beynimi kemiren sorularıma cevap bulmak ve içimi saran yalnızlıktan kurtulmak için bu sitelerin sohbet odalarına giriyor, insanlarla sohbet ediyordum. Ancak bu dinî sohbet odalarında da diğer internet ortamlarındaki tiksindirici konuşmalar bu teşebbüsümden beni hemen vazgeçirdi. Beynimi kemiren sorularımın cevaplarını bulmak niyetiyle kiliseye gidiyor, papazlarla konuşuyordum. Fakat umumiyetle bütün sorularımı, özellikle Tanrı ile alakalı olanlarını nazikçe geri çeviriyor ve sadece, "Dua et, çocuğum!" diyorlardı. Ben de dua ediyordum. Ama İsa'ya değil, Tanrıya. Ve anlamadığım, neden insanların İsa'ya dua ettikleriydi. Dünyayı da İsa'yı da yaratan Tanrı'ydı. Hal böyleyken neden yalnızca Tanrı'ya dua edilmiyordu?
Ne kitaplarda ne Ortodoks sitelerinin sohbet odalarında ne de kilisede tam olarak aradığımı bulamamıştım. Ve bir gün bir istasyondaydım, Tolstoy gibi. O karanlık odadan nasıl kurtulacağımı bilememenin acziyle, çaresiz öyle kendi halimde bekliyordum. Gözlerim anlamsız bakışlarla istasyonu tararken benim yaşlarımda bir kıza ilişti. Başında beyaz bir eşarp, üzerinde de yine beyaz bir takım vardı. Omzunda bir notebook. "Ne kadar şık ve ne kadar da zarif!" diye geçirdim içimden. O an ne olduysa birden bana döndü, göz göze geldik. Simasında nasıl bir parlaklık vardı öyle... gözlerinde nasıl bir aydınlık. Gencecik yaşına rağmen bütün muammaları çözmüş bir bilgenin dinginliği vardı yüzünde. Telaşsız, kendinden emin, duruşu mütevazı, bakışları sevgi doluydu. Ya dudağındaki tatlı tebessüm... Tarif edemem. Hayran hayran öylece seyrettim. Utanmasam yanına gidecek tanışacaktım. Ve yalvaracaktım ona "Tanrı aşkına bu huzurlu tavrından bana da biraz ver. Gözlerindeki aydınlıktan da, dudağındaki tebessümden de... ne olur!.. ne olur!.." diyecektim. Fakat biraz sonra bir tren geldi ve onu alıp götürdü. Onun gibi olmak istedim o an. Beyazlar içindeki o zarafet, o dinginlik beni çarpmıştı.
Ruhumda kıvılcımlar saçıp kaybolan o örtülü kızdan sonra onun gibi örtünen kızlardan üniversitede bir hayli arkadaş edindim. Beni Ramazan ayında bir iftara çağırdılar. Gittim. Onlardaki Tanrı'ya olan kuvvetli iman ve O'na (cc) olan samimi ibadetleri çok hoşuma gitmişti. Çünkü ben Tanrı'yı çok seviyordum.
Onların yanında kendimi yabancı hissetmiyordum. Bu bir yana, onların yanındayken çok sevdiğim Tanrı'ya biraz daha yakınlaştığımı hissediyordum. Bana hiç mesafe koymadılar. Kendilerinden biriymişim gibi davrandılar. Hıristiyanlığımdan dolayı ayıplayıcı tek bir bakışa bile maruz kalmadım. Çevremdeki Müslüman kızlarda da erkeklerde de durum böyleydi. Onlarla oturup konuşuyorduk. Bu konuşmalarda bana ille "Müslüman ol!" telkiniyle karşılaşmadım. "Bizde böyle, sizde nasıl?" ifadesi sohbetlerimizin kilit cümlesiydi çoğu zaman. Yalnızca bana bir şeyler anlatmakla kalmıyorlardı. Benden, tuttuğum perhizin (orucun) önemini, dualarımızın ve ikonalarımızın anlamını da soruyorlardı. Ben de bildiğim kadarıyla anlatıyordum. Onların yanında öyle huzurluydum ki anlatamam... Gerçi karanlık odama henüz ışık süzmüyordu; ama olsun, en azından artık yalnız değildim. Artık dostlarım vardı. yeni dostlarım... Gerçek dostlarım.
Yeni dostlarımla yaptığım sohbetler yepyeni ufuklar açıyordu önümde. "Dünyadaki bütün güller aynıdır. Bütün elmalar, arılar, insanlar aynıdır. Yani aynı fabrikanın malıdırlar, aynı tezgahta dokunmuşlar. Yani yaratanları bir ve tek. O da Allah'tır ve Allah birdir, müteaddit olamaz."
İslam dininin Tanrı, iman ve peygamberler hakkında söylediklerinin hepsini kabul ediyordum. Kur'an'ın İsa (as) hakkındaki ayetleri beni adeta çarpmıştı. Meryem (r.anha) adına bir surenin var olması da beni çok etkilemişti. Zira İncil'de bile Meryem adına bir sure yoktu. Bunun yanında Kur'an'ın Türkiye'de de Endonezya'da da aynı olduğunu, bu insanların aynı anda ibadet edebildiklerini öğrendiğimde de çok şaşırmıştım.
Paskalyaya kırk gün kaldığında yani biz Ortodokslar için oruç günleri başladığında bu sefer bütün ciddiyetimle onu tutmaya çalıştım. Maksadım kendisini ne kadar çok sevdiğimi Tanrı'ya göstermek ve ispat etmekti. Bu arada beni doğru yola iletmesi için geceler boyu O'na dua ediyordum. Yeni dostlarımın bana anlattıklarını uzun uzun düşünüyor, söylediklerinin gerçek olup olamayacağına ulaşmaya çalışıyordum. Beynim düşüncelerin arenasına dönmüştü. Fikirler kafamda çarpışırken bir neticeye varamamanın ıstırabıyla kıvranıp duruyordum. Bu minval üzere oruç tutuyor, ağlıyor ağlıyor ve bana bir ışık göstermesi için dua ediyordum. Sonunda çok önemli bir şeyi anladım: Bir tek Yaradan yarattı bu kainatı. Bizi de o yarattı. Bu dünyayı bizim için O donattı. O bizim sahibimizdir. O'na ulaşacak bir yol bulmak da bizim vazifemizdir. Evet bunu anlamıştım; fakat Tanrı'ya giden yol hangisidir? Bugüne kadar devam ede geldiğim inancım mı yoksa İslam mı? Ah yine sancı, yine gözyaşı, yine ıstırap... ıstırap. Ardından dua... dua... Tanrım bana bir ışık ver. Tanrım beni sevdiğin yola ilet. İslam'ın neredeyse her şeyini kabul ediyordum ama ben bir Hıristiyan'dım. Hatta bazen "Tanrım neden beni bir Müslüman olarak yaratmadın?" diye söylenirdim. Bir gün internetten "chat"leştiğim bir kadına bunu sordum. O da bana bir mesaj gönderdi.
Mesajı okudum. Okuduklarıma inanamadım. Bir daha okudum, sonra bir daha, ardından bir daha. Yerimde duramaz olmuştum. Her zerrem heyecandan titriyordu. Avazımın çıktığı kadar haykırmak istiyordum. Odanın içinde birkaç tur attıktan sonra yeniden masaya oturdum ve mesajı bir daha okudum. Mesaj Hz. Muhammet'in bir sözüyle başlıyordu: "Her doğan çocuk İslam fıtratı üzerine doğar. Sonra ebeveynleri tarafında Yahudi ve Hıristiyan yapılır." Demek ki Tanrı'ya serzenişim boşunaymış. Demek Tanrı beni Müslüman olarak yaratmış. Bana bu maili atan hanımefendi "Kitab-ı Mukaddes'e göre Hz. İsa'nın son on iki saatini anlatan Tutku filmini seyrettiğini söyleyerek şunu yazmıştı: "Film, Hz. İsa'nın orijinal dili olan Aramca ile seslendirilmişti. Ve filmde 'İsâ Tanrı'ya Allah diye hitap ediyordu. Yani Müslümanların hitabı gibi... Müslümanlıkla Hıristiyanlık arasındaki tek benzerlik bu da değil. En önemlilerini senin için yolluyorum.
-"Müslümanların nasıl namaz kıldığını görmüşsündür. Ayakta durur Kur'an okuruz, sonra rükua gider kalkarız, sonra yüzüstü kapanıp secde yaparız.
Kitab-ı Mukaddes'i dinle:
Mezmurlar 95:6: Gelin secde kılalım ve rüku'a varalım; bizi yaratan Rabbin önünde diz çökelim!
Sayılar 16:20-22: …Ve Musa ve Harun yüzleri üzerine yere kapandılar…
Tekvin 17:3: Ve İbrahim (as) yüzüstü yere kapandı…
Çıkış 34:8: Ve Musa (as) acele ile rükua gitti ve ibadet etti.
Nehemya 8:6: Ve Üzeyr (as) büyük Rabbi takdis etti. Ve bütün kavim ellerini kaldırarak amin amin diye cevap verdiler. Ve rükua gittiler, secdeye kapanarak Rabblerine ibadet ettiler.
Matta 26:39: İsâ (as) yere kapanıp… dua etti…
Matta 17:6: Ve havariler yüzleri üzerine yere kapandılar…
Netice: İslâm Hz. Muhammed (as) ile başlamış bir din değildir. İslâm Hz. Adem (as) ile başlayıp Nuh (as), İbrahim (as), Musa (as) ve İsâ (as) gibi büyük resullerle devam eden ve Hz. Muhammed (as) ile kendisine son nokta konulan bir dindir. İslâm yeni bir din değil, bilakis bu peygamberlerin geleneğini canlı tutan Allah'ın ilk ve tek ve son dinidir. Kitab-ı Mukaddes'te diğer peygamberler ve kavimler için anlatıldığı gibi bugün ibadet etmeden önce su ile temizlenen kimlerdir? Müslümanlar! Bugün hâlâ daha başını öne eğip yüzünü yere sürterek namaz kılan ve ellerini kaldırarak dua eden kimlerdir? Müslümanlar! Bugün kendisini örterek ibadet eden ve kapanarak haram nazarlardan kendisini koruyan kimdir? Müslüman kadınlar! Öyle ise bugün diğer peygamberlerin izinden giden ve hâliyle Kitab-ı Mukaddes'in de tahrif olmamış aksamını tatbik eden kimdir? Müslümanlar! Demek bir Hıristiyan Müslüman olsa dinini terk etmiş olmuyor, bilâkis kendi kitabında anlatıldığı üzere kulluk dairesine girmiş oluyor. Size naklettiğim onlarca Kitab-ı Mukaddes ayetinden sonra Kur'an'dan bir ayetle yazıma son veriyorum.
"İlahımız ve İlahınız birdir ve biz O'na Müslümanlar olarak teslim olmuşuzdur.''
Bu mesajı kaç kere okudum hatırlamıyorum. Kalbim göğüs kafesini kıracak gibi atıyordu. Gözyaşlarıma mani olamıyordum. Sonunda yazının son cümlesini içimden gele gele söyledim. "İlahımız ve ilahınız birdir." Evet, evet "İlahımız ve ilahınız birdir". Ve ben de artık bu dakikadan itibaren Müslüman olarak O'na teslim oluyorum. "Teşekkürler Tanrım... Teşekkürler tan... Allah'ım!.. Allah'ım!.. Allah'ım!.."
Müslüman olduktan sonra serin meltemler esmeye başladı yıllarca kavrulmuş yüreğimde. Artık tek bir anı bile ziyan etmek istemiyordum. O gün öğlen vakti ilk namazımı kıldım. Yalnızca bismillah demesini biliyordum. Gerçek dostlarımın yaptığı gibi ellerimi omuz hizasında kaldırdım ve "bismillah" dedim. Tarifsiz bir hal sardı bir anda beni ellerimi kalbimin üstünde birleştirir birleştirmez gözlerimden yaşlar süzüldü. Anlatamayacağım duygular içerisinde bildiğim tek şeyi tekrarlayıp durdum. Bismillah... bismillah... bismillah. ne muhteşem bir şeydi Allah'ım. Bismillah dedikçe önceki düşüşlerime inat helezonlar çize çize yükseliyordum sanki. Bir hayli durduktan sonra bismillah deyip rukuya vardım. Bismillah... bismillah... bismillah... Doğruldum bismillah. Sonunda yıllarca dolaştığım çöllerde kavrulmuş dudaklarım suya erdi. Damarlarımı kurutan beyabanın içinde bir vaha gibi adeta kendimi secdeye attım bismillah. Ve bismillah... bismillah. ..Allah, Allah... Bismillah. Yıllarca aradığım senmişsin. Uykusuz gecelerde andığım senmişsin.
Daha neler söyledim, neler hissettim anlatmam mümkün değil. Dillerin dönmediği, kelimelerin iflas ettiği yerler az değil ki. Bütün hissettiklerimden öte bir şey vardı ki nasıl söylesem, nasıl söylesem bilmem ki kalbimin derinliklerinde Allah'ın hoşnut olduğunu hissediyordum. Aslında bu kadar cümleyi boşuna yazdım. Söylenecek en güzel şey baştan başa yalnızca bismillah ile kılınan o ilk namaz, anlatılmaz.
Tarifler üstü bir hal ile kılınan o namazdan sonra kitaplara sarıldım. Geceler boyu okudum, okudum. İslamiyet'i öğrendikçe bütün sorularıma cevap buluyor, Hz. Muhammed'i tanıdıkça da Allah'a yaklaştığımı hissediyordum. Hayat, dünya, ahiret ve insanla alakalı ne varsa kafamda yerli yerine oturmuştu. Hayatıma bir mana gelirken içimin dağlarına güneş doğmuştu. Duvarları yıkılmıştı karanlık odamın. Artık ne beni hapseden duvarları vardı ne de bunaltan karanlığı. Güneş... Işık.. İslamiyet'le gelen ışık beni öyle etkiledi ki kendime ikinci bir isim verdim: "solnyeçnıy luç", yani güneş ışığı. Şimdi keşke güneş ışığı olsaydım diye düşünüyorum. İslam güneşinin ışıkları olarak karanlığın kuytularında vaktiyle benim gibi kıvranıp duran insanların âlemine aksaydım.
Aileme henüz kararımı açıklamadım. Bunun için uygun zamanı bekliyorum. Ve onlar için sürekli dua ediyorum. Halen uluslararası işletmecilik ve yönetim üzerine master yapmaya devam ediyorum. Bir yandan da bir Amerikan şirketinde proje müdürü olarak çalışıyorum. Ama hayalimi bütün ailemle aynı anda secdeye varmak süslüyor. Ben, annem, kardeşim ve babam... Başımızı secdeye mıhlamış yalnızca bismillah, bismillah deyişlerimizi hayal ediyorum. Ve ilk namazımda kalbimin derinliklerinde hissettiğim duyguları bir kere daha yaşamayı umuyorum. Rabbimin bana tebessüm ettiğini bir daha hissetmek istiyorum.
05.03.2005
Yazan: Arina Svetlova/Tercüme: Ayjan Esenkanova, Gülseren Yükseleroğlu
Paskalyayı seviyordum. Elimden geldikçe paskalyadan evvelindeki kırk gün süren perhizi (oruç) tutmaya çalışıyordum. Paskalyadan önceki "Temiz Perşembe"yi ailecek heyecan içinde beklerdik. "Ben kimim, neciyim, nereden geldim?" bunların bir anlamı yoktu benim için o zamanlar. Yalnızca iyi bir üniversite okumak suretiyle iyi bir geleceğe hazırlanmak vardı, o kadar. Oldukça parlak bir öğrencilikten sonra ülkenin en iyi üniversitesinde öğrenim dili İngilizce olan işletme fakültesini okudum.
Yirmi yaşına gelinceye kadar hayat oldukça güzel geçmişti. Artık cevapsız soruların cenderesine düşmüştüm. Bir çekirge sürüsü gibi binlerce soru üşüştü beynime. Tanrı, İsa, insan, dünya, hayat, ölüm, cennet cehennem sonsuzluk... Tesadüf, tabiat, yaşam, ölüm... Sonra yokluk, ebedi yokluk. Bütün bu düşünceler bir sülük olup beyin zarımı emiyor; ama ben onlara bir cevap bulamıyordum. Kendimi karanlık bir odada yapayalnız hissediyordum. Kurtulmak için ne zaman bir hamle yapsam her seferinde dipsiz bir boşluğa yuvarlanıyordum. Ve bu boşluktan helezonlar çize çize düşüyordum. Ne bir ışık vardı ne de tutunacağım bir dal. Hepsinden beteri ruhumun çığlıklarını hiçbir kulağa işittiremiyordum. (Oysa o çığlıkları duysalardı aslanların, ödleri kopardı.) Etrafımdaki hiç kimse beni anlamıyordu. Dolayısıyla yardım edemiyorlardı. Bu bir yana "gençsin başarılısın ye, iç, gez-dolaş, bırak kendini bu kadar yıpratmayı." deyip kızıyorlardı. Sanki bunları istemiyormuşum gibi.
Hayatı bana zehir eden düşüncelerden kurtulmak için akıl oyunlarından, deli saçmalıklarına varıncaya kadar her yolu denememişim sanki. Olmuyordu ama olmuyordu işte. Yaptığım her şey bir pansumandan öteye geçmiyordu. O zamanlar benim için en mesut anlar, düşünmemeyi becerebildiğim anlardı. Bu anlar geçtiğinde ise geriye yine boşluk yine karanlık ve yine sop soğuk bir yalnızlık kalıyordu...
Bitkin gündüzleri ve uykusuz geceleriyle tam beş sene bu azabın kucağında çırpındım durdum. Hastane hastane dolaşmalar psikologdan psikologa koşmalar... Ama bir netice yoktu. Bütün bu girdapta tek tesellim anneciğimden aldığım inancımdı. Acılar da sevinçler de Tanrı'dandı. Uykusuz gecelerim boyunca beni bu durumdan kurtarması için hep O'na yalvardım durdum.
Sonunda çareyi başka bir ülkeye gitmekte bulacağıma inanarak evimden ayrıldım. Daha doğrusu içine düştüğüm karanlıktan kaçtım Tolstoy gibi.
Yüksek lisans yapmak üzere girdiğim imtihanı kazandım ve Avusturya'nın yolunu tuttum. Yeni bir ülke, yeni bir çevre ve yeni insanlar... Karanlık odanın Ukrayna'da kalacağını zannediyordum. Ama olmadı. Bu bir yana, karanlık odam bütün Avusturya'yı içine alacak kadar büyüdü. Şimdi anlıyorum ki karanlık benim içimdeymiş. Bu şekilde değil Avusturya'ya, güneşe bile gitseydim bir tek ışık devşiremezdim. Güneşte bile karanlığa gömülü kalmak ne korkunç, ne tuhaf... Bu hal içerisinde kalabalıklar arasında yalnız, ampuller altında ışıksız ömrümü geçiriyordum. Yeryüzünde 'Tam anlamıyla yalnızlığı sadece biri yaşamıştır' dense; tereddütsüz 'o benim' derim. Aslında pek çok arkadaşım vardı. Ama dar gününde yanında olmadıktan sonra sebebi ne olursa olsun bunaldığın anlarda başını yaslayacağın bir omuz olmadıktan sonra insan binlerin milyonların içinde tek başına kalıyor. Bu anlamda tam anlamıyla yalnızdım. Yapayalnız. Günler geçiyordu, hiç kimse olmuyordu yanımda. Ne bir arkadaş ne bir telefon ne de bir mektup. Bir ben vardım bir de boşluk... Bir ben bir de yalnızlık...
Dıştan bakıldığında okuluna giden, derslerinde başarılı geleceği parlak biri olarak görülüyordum. Ama içimdeki fırtınalardan kimsenin haberi yoktu. Kendimi oyalamazsam delirebilirim düşüncesiyle kitaplara sarıldım. Coelho, Tolstoy, Turgenyev'i okuyor, Ahmatova'nın şiirlerini ezberliyordum. Sonra, kendim bir şeyler yazıyor, dil öğreniyordum… Çok ciddi bir şekilde İncil okuyor, Tanrı'ya, O'na olan sevgimi kuvvetlendirmesi ve beni doğru yola iletmesi için yalvarıyordum.
Yalnızlığımı paylaşmak üzere internetteki Ortodoks sitelerine üye oldum, yazıcım durmadan İncil'den hikayeler yazıyordu. Bir papazla yazışıyordum bir de dinî eserler basan bir matbaa sahibiyle. Bilgilerimi güçlendirmek, beynimi kemiren sorularıma cevap bulmak ve içimi saran yalnızlıktan kurtulmak için bu sitelerin sohbet odalarına giriyor, insanlarla sohbet ediyordum. Ancak bu dinî sohbet odalarında da diğer internet ortamlarındaki tiksindirici konuşmalar bu teşebbüsümden beni hemen vazgeçirdi. Beynimi kemiren sorularımın cevaplarını bulmak niyetiyle kiliseye gidiyor, papazlarla konuşuyordum. Fakat umumiyetle bütün sorularımı, özellikle Tanrı ile alakalı olanlarını nazikçe geri çeviriyor ve sadece, "Dua et, çocuğum!" diyorlardı. Ben de dua ediyordum. Ama İsa'ya değil, Tanrıya. Ve anlamadığım, neden insanların İsa'ya dua ettikleriydi. Dünyayı da İsa'yı da yaratan Tanrı'ydı. Hal böyleyken neden yalnızca Tanrı'ya dua edilmiyordu?
Ne kitaplarda ne Ortodoks sitelerinin sohbet odalarında ne de kilisede tam olarak aradığımı bulamamıştım. Ve bir gün bir istasyondaydım, Tolstoy gibi. O karanlık odadan nasıl kurtulacağımı bilememenin acziyle, çaresiz öyle kendi halimde bekliyordum. Gözlerim anlamsız bakışlarla istasyonu tararken benim yaşlarımda bir kıza ilişti. Başında beyaz bir eşarp, üzerinde de yine beyaz bir takım vardı. Omzunda bir notebook. "Ne kadar şık ve ne kadar da zarif!" diye geçirdim içimden. O an ne olduysa birden bana döndü, göz göze geldik. Simasında nasıl bir parlaklık vardı öyle... gözlerinde nasıl bir aydınlık. Gencecik yaşına rağmen bütün muammaları çözmüş bir bilgenin dinginliği vardı yüzünde. Telaşsız, kendinden emin, duruşu mütevazı, bakışları sevgi doluydu. Ya dudağındaki tatlı tebessüm... Tarif edemem. Hayran hayran öylece seyrettim. Utanmasam yanına gidecek tanışacaktım. Ve yalvaracaktım ona "Tanrı aşkına bu huzurlu tavrından bana da biraz ver. Gözlerindeki aydınlıktan da, dudağındaki tebessümden de... ne olur!.. ne olur!.." diyecektim. Fakat biraz sonra bir tren geldi ve onu alıp götürdü. Onun gibi olmak istedim o an. Beyazlar içindeki o zarafet, o dinginlik beni çarpmıştı.
Ruhumda kıvılcımlar saçıp kaybolan o örtülü kızdan sonra onun gibi örtünen kızlardan üniversitede bir hayli arkadaş edindim. Beni Ramazan ayında bir iftara çağırdılar. Gittim. Onlardaki Tanrı'ya olan kuvvetli iman ve O'na (cc) olan samimi ibadetleri çok hoşuma gitmişti. Çünkü ben Tanrı'yı çok seviyordum.
Onların yanında kendimi yabancı hissetmiyordum. Bu bir yana, onların yanındayken çok sevdiğim Tanrı'ya biraz daha yakınlaştığımı hissediyordum. Bana hiç mesafe koymadılar. Kendilerinden biriymişim gibi davrandılar. Hıristiyanlığımdan dolayı ayıplayıcı tek bir bakışa bile maruz kalmadım. Çevremdeki Müslüman kızlarda da erkeklerde de durum böyleydi. Onlarla oturup konuşuyorduk. Bu konuşmalarda bana ille "Müslüman ol!" telkiniyle karşılaşmadım. "Bizde böyle, sizde nasıl?" ifadesi sohbetlerimizin kilit cümlesiydi çoğu zaman. Yalnızca bana bir şeyler anlatmakla kalmıyorlardı. Benden, tuttuğum perhizin (orucun) önemini, dualarımızın ve ikonalarımızın anlamını da soruyorlardı. Ben de bildiğim kadarıyla anlatıyordum. Onların yanında öyle huzurluydum ki anlatamam... Gerçi karanlık odama henüz ışık süzmüyordu; ama olsun, en azından artık yalnız değildim. Artık dostlarım vardı. yeni dostlarım... Gerçek dostlarım.
Yeni dostlarımla yaptığım sohbetler yepyeni ufuklar açıyordu önümde. "Dünyadaki bütün güller aynıdır. Bütün elmalar, arılar, insanlar aynıdır. Yani aynı fabrikanın malıdırlar, aynı tezgahta dokunmuşlar. Yani yaratanları bir ve tek. O da Allah'tır ve Allah birdir, müteaddit olamaz."
İslam dininin Tanrı, iman ve peygamberler hakkında söylediklerinin hepsini kabul ediyordum. Kur'an'ın İsa (as) hakkındaki ayetleri beni adeta çarpmıştı. Meryem (r.anha) adına bir surenin var olması da beni çok etkilemişti. Zira İncil'de bile Meryem adına bir sure yoktu. Bunun yanında Kur'an'ın Türkiye'de de Endonezya'da da aynı olduğunu, bu insanların aynı anda ibadet edebildiklerini öğrendiğimde de çok şaşırmıştım.
Paskalyaya kırk gün kaldığında yani biz Ortodokslar için oruç günleri başladığında bu sefer bütün ciddiyetimle onu tutmaya çalıştım. Maksadım kendisini ne kadar çok sevdiğimi Tanrı'ya göstermek ve ispat etmekti. Bu arada beni doğru yola iletmesi için geceler boyu O'na dua ediyordum. Yeni dostlarımın bana anlattıklarını uzun uzun düşünüyor, söylediklerinin gerçek olup olamayacağına ulaşmaya çalışıyordum. Beynim düşüncelerin arenasına dönmüştü. Fikirler kafamda çarpışırken bir neticeye varamamanın ıstırabıyla kıvranıp duruyordum. Bu minval üzere oruç tutuyor, ağlıyor ağlıyor ve bana bir ışık göstermesi için dua ediyordum. Sonunda çok önemli bir şeyi anladım: Bir tek Yaradan yarattı bu kainatı. Bizi de o yarattı. Bu dünyayı bizim için O donattı. O bizim sahibimizdir. O'na ulaşacak bir yol bulmak da bizim vazifemizdir. Evet bunu anlamıştım; fakat Tanrı'ya giden yol hangisidir? Bugüne kadar devam ede geldiğim inancım mı yoksa İslam mı? Ah yine sancı, yine gözyaşı, yine ıstırap... ıstırap. Ardından dua... dua... Tanrım bana bir ışık ver. Tanrım beni sevdiğin yola ilet. İslam'ın neredeyse her şeyini kabul ediyordum ama ben bir Hıristiyan'dım. Hatta bazen "Tanrım neden beni bir Müslüman olarak yaratmadın?" diye söylenirdim. Bir gün internetten "chat"leştiğim bir kadına bunu sordum. O da bana bir mesaj gönderdi.
Mesajı okudum. Okuduklarıma inanamadım. Bir daha okudum, sonra bir daha, ardından bir daha. Yerimde duramaz olmuştum. Her zerrem heyecandan titriyordu. Avazımın çıktığı kadar haykırmak istiyordum. Odanın içinde birkaç tur attıktan sonra yeniden masaya oturdum ve mesajı bir daha okudum. Mesaj Hz. Muhammet'in bir sözüyle başlıyordu: "Her doğan çocuk İslam fıtratı üzerine doğar. Sonra ebeveynleri tarafında Yahudi ve Hıristiyan yapılır." Demek ki Tanrı'ya serzenişim boşunaymış. Demek Tanrı beni Müslüman olarak yaratmış. Bana bu maili atan hanımefendi "Kitab-ı Mukaddes'e göre Hz. İsa'nın son on iki saatini anlatan Tutku filmini seyrettiğini söyleyerek şunu yazmıştı: "Film, Hz. İsa'nın orijinal dili olan Aramca ile seslendirilmişti. Ve filmde 'İsâ Tanrı'ya Allah diye hitap ediyordu. Yani Müslümanların hitabı gibi... Müslümanlıkla Hıristiyanlık arasındaki tek benzerlik bu da değil. En önemlilerini senin için yolluyorum.
-"Müslümanların nasıl namaz kıldığını görmüşsündür. Ayakta durur Kur'an okuruz, sonra rükua gider kalkarız, sonra yüzüstü kapanıp secde yaparız.
Kitab-ı Mukaddes'i dinle:
Mezmurlar 95:6: Gelin secde kılalım ve rüku'a varalım; bizi yaratan Rabbin önünde diz çökelim!
Sayılar 16:20-22: …Ve Musa ve Harun yüzleri üzerine yere kapandılar…
Tekvin 17:3: Ve İbrahim (as) yüzüstü yere kapandı…
Çıkış 34:8: Ve Musa (as) acele ile rükua gitti ve ibadet etti.
Nehemya 8:6: Ve Üzeyr (as) büyük Rabbi takdis etti. Ve bütün kavim ellerini kaldırarak amin amin diye cevap verdiler. Ve rükua gittiler, secdeye kapanarak Rabblerine ibadet ettiler.
Matta 26:39: İsâ (as) yere kapanıp… dua etti…
Matta 17:6: Ve havariler yüzleri üzerine yere kapandılar…
Netice: İslâm Hz. Muhammed (as) ile başlamış bir din değildir. İslâm Hz. Adem (as) ile başlayıp Nuh (as), İbrahim (as), Musa (as) ve İsâ (as) gibi büyük resullerle devam eden ve Hz. Muhammed (as) ile kendisine son nokta konulan bir dindir. İslâm yeni bir din değil, bilakis bu peygamberlerin geleneğini canlı tutan Allah'ın ilk ve tek ve son dinidir. Kitab-ı Mukaddes'te diğer peygamberler ve kavimler için anlatıldığı gibi bugün ibadet etmeden önce su ile temizlenen kimlerdir? Müslümanlar! Bugün hâlâ daha başını öne eğip yüzünü yere sürterek namaz kılan ve ellerini kaldırarak dua eden kimlerdir? Müslümanlar! Bugün kendisini örterek ibadet eden ve kapanarak haram nazarlardan kendisini koruyan kimdir? Müslüman kadınlar! Öyle ise bugün diğer peygamberlerin izinden giden ve hâliyle Kitab-ı Mukaddes'in de tahrif olmamış aksamını tatbik eden kimdir? Müslümanlar! Demek bir Hıristiyan Müslüman olsa dinini terk etmiş olmuyor, bilâkis kendi kitabında anlatıldığı üzere kulluk dairesine girmiş oluyor. Size naklettiğim onlarca Kitab-ı Mukaddes ayetinden sonra Kur'an'dan bir ayetle yazıma son veriyorum.
"İlahımız ve İlahınız birdir ve biz O'na Müslümanlar olarak teslim olmuşuzdur.''
Bu mesajı kaç kere okudum hatırlamıyorum. Kalbim göğüs kafesini kıracak gibi atıyordu. Gözyaşlarıma mani olamıyordum. Sonunda yazının son cümlesini içimden gele gele söyledim. "İlahımız ve ilahınız birdir." Evet, evet "İlahımız ve ilahınız birdir". Ve ben de artık bu dakikadan itibaren Müslüman olarak O'na teslim oluyorum. "Teşekkürler Tanrım... Teşekkürler tan... Allah'ım!.. Allah'ım!.. Allah'ım!.."
Müslüman olduktan sonra serin meltemler esmeye başladı yıllarca kavrulmuş yüreğimde. Artık tek bir anı bile ziyan etmek istemiyordum. O gün öğlen vakti ilk namazımı kıldım. Yalnızca bismillah demesini biliyordum. Gerçek dostlarımın yaptığı gibi ellerimi omuz hizasında kaldırdım ve "bismillah" dedim. Tarifsiz bir hal sardı bir anda beni ellerimi kalbimin üstünde birleştirir birleştirmez gözlerimden yaşlar süzüldü. Anlatamayacağım duygular içerisinde bildiğim tek şeyi tekrarlayıp durdum. Bismillah... bismillah... bismillah. ne muhteşem bir şeydi Allah'ım. Bismillah dedikçe önceki düşüşlerime inat helezonlar çize çize yükseliyordum sanki. Bir hayli durduktan sonra bismillah deyip rukuya vardım. Bismillah... bismillah... bismillah... Doğruldum bismillah. Sonunda yıllarca dolaştığım çöllerde kavrulmuş dudaklarım suya erdi. Damarlarımı kurutan beyabanın içinde bir vaha gibi adeta kendimi secdeye attım bismillah. Ve bismillah... bismillah. ..Allah, Allah... Bismillah. Yıllarca aradığım senmişsin. Uykusuz gecelerde andığım senmişsin.
Daha neler söyledim, neler hissettim anlatmam mümkün değil. Dillerin dönmediği, kelimelerin iflas ettiği yerler az değil ki. Bütün hissettiklerimden öte bir şey vardı ki nasıl söylesem, nasıl söylesem bilmem ki kalbimin derinliklerinde Allah'ın hoşnut olduğunu hissediyordum. Aslında bu kadar cümleyi boşuna yazdım. Söylenecek en güzel şey baştan başa yalnızca bismillah ile kılınan o ilk namaz, anlatılmaz.
Tarifler üstü bir hal ile kılınan o namazdan sonra kitaplara sarıldım. Geceler boyu okudum, okudum. İslamiyet'i öğrendikçe bütün sorularıma cevap buluyor, Hz. Muhammed'i tanıdıkça da Allah'a yaklaştığımı hissediyordum. Hayat, dünya, ahiret ve insanla alakalı ne varsa kafamda yerli yerine oturmuştu. Hayatıma bir mana gelirken içimin dağlarına güneş doğmuştu. Duvarları yıkılmıştı karanlık odamın. Artık ne beni hapseden duvarları vardı ne de bunaltan karanlığı. Güneş... Işık.. İslamiyet'le gelen ışık beni öyle etkiledi ki kendime ikinci bir isim verdim: "solnyeçnıy luç", yani güneş ışığı. Şimdi keşke güneş ışığı olsaydım diye düşünüyorum. İslam güneşinin ışıkları olarak karanlığın kuytularında vaktiyle benim gibi kıvranıp duran insanların âlemine aksaydım.
Aileme henüz kararımı açıklamadım. Bunun için uygun zamanı bekliyorum. Ve onlar için sürekli dua ediyorum. Halen uluslararası işletmecilik ve yönetim üzerine master yapmaya devam ediyorum. Bir yandan da bir Amerikan şirketinde proje müdürü olarak çalışıyorum. Ama hayalimi bütün ailemle aynı anda secdeye varmak süslüyor. Ben, annem, kardeşim ve babam... Başımızı secdeye mıhlamış yalnızca bismillah, bismillah deyişlerimizi hayal ediyorum. Ve ilk namazımda kalbimin derinliklerinde hissettiğim duyguları bir kere daha yaşamayı umuyorum. Rabbimin bana tebessüm ettiğini bir daha hissetmek istiyorum.
05.03.2005
Yazan: Arina Svetlova/Tercüme: Ayjan Esenkanova, Gülseren Yükseleroğlu