7 Ekim 2014 Salı
KEFARET
Hasta yatağından yavaşça doğruldu. Pencereye uzanıp perdeyi yavaşça araladı. Gökyüzüne derin bir of çekerek baktı, baktı, baktı... Bu ağrılar ne zaman dinecekti? İnsanı çıldırtmaya yetebilecek derecedeki bu ağrılar? Bu, günlük güneşlik havada dışarıda dolaşamamak, masmavi gökyüzünün altında güneşin tadını doyasıya yaşayamamak, bu acıların üzerine katlanarak ekleniyordu. Şu lanet olası değneklerden de bıkmıştı artık. Ne onlar öyle, her gittiği yerde hemen yanı başındalar. Pes doğrusu, hiç utanmaları, sıkılmaları da yok!.. Muhteşem bir bahar günü, hiçbir destek olmadan özgürce çıkıp güneşin altında, ötüşen kuşların eşliğinde, çiçeklerin arasında dolaşmak. Ah... Yıllardır özlemini çektiği bu an asla gelmeyecek, gelmemekle birlikte yaşanamayacaktı da. Neden? Her insan gibi neden ben de rahatça yürüyüp dolaşamıyorum? Bu ağrılar, bu koltuk değnekleri, peşimden bir lahza olsun ayrılmayacak mı? Sorular, sorular aklının her bir zerresine mıh gibi çakılı bu sorular onu her gün biraz daha hayattan soğutuyor, artık tamamıyla başkalaşmış bir insan halini alıyordu. Yine böyle güzel bir günde penceresinde dışarıyı seyre dalmıştı. Çocuklar etrafta koşuştururken sesten ve stresten sinirleri iyice gerilen Muhsin Bey burnundan soluyordu. Yakınlarına bir gelse şu haylazlar gösterecek onlara dünyanın kaç bucak olduğunu ama sadece gürültüleri geliyor. Günler, haftalar, aylar geçiyor Muhsin Bey eski sağlığına bir türlü kavuşamıyordu. Artık eskisi gibi ilahi bir kudretten yardım da dilemiyor, her şeyin yalan olduğuna kanaat getirmeye başlıyordu. Ağrılar, ağrılar, ağrılar... Bu ağrılardı o hayat dolu, neşe dolu Muhsin Bey'i hayata, insanlara ve hatta Yaratıcısına küstüren, daha doğrusu bütün bunlara inancını yitirten. Ama insan böyle zamanlarda daha çok sarılmamalı mı bütün bunlara? Kendisini hayata bağlayan bütün bu şeylere bir çizik mi atmalı? Bu onu daha çok kötü duruma düşürmez mi? Öyle oldu. Muhsin Bey de gün geçtikçe daha kötüye gidiyor, ağrıları ve üzüntüsü kat kat artıyordu. Artık tamamıyla Tanrı'yı unutan Muhsin Bey sığınacak kutsal bir varlığı da olmadığı için tam anlamıyla bir boşluğa düşmüştü. İnsanlar, çocuklar, kuşlar, çiçekler, tüm bu kainat artık bir hiçti onun gözünde. Yaşayamadıktan sonra ne anlamı vardı ki bütün bunların zaten? Ağrıları daha da çok artıyor fakat hiçbir ilaç çare olmuyordu. Sığınacak kutsal bir varlığı da yoktu artık. Eskiden ağrılarını bir lahzada olsa dindiren o duaları, o yakarışları artık yoktu. Artık bir ruhtan farkı kalmamıştı. Canlı bir cenaze gibiydi evinde. Zaten yalnız yaşıyordu, fakat önceden yine geleni gideni oluyordu, şimdilerde onlarda kesilmişti. Artık bir o, bir ağrıları, bir de inanmadığı o Yaratıcısı kalmışlardı... Ömrünün en güzel yılları bu küskünlük ile heba olup gitmişti. Muhsin Bey'in yaşı otuz beşe merdiven dayamıştı. Tam on yıl, dile kolay tam on yıl bu acılar ile geçip gitmişti. Ardında iki tane koltuk değneği ve inançsız bir adam bırakarak. Saçları bu yaşta ağarmaya başlamış, gözlerinin altında torbalar iyiden iyiye belirmiş, yüzünde kırışıklıklar meydana gelmişti. Evet o da artık yaşlandığının farkındaydı, hem de bu genç yaşta, bunun farkındaydı ve hala hastaydı, hala inanmıyordu. Tanrı onun için çocukluk yıllarında dedesinden öğrendiği kadarıyla kalmıştı. O yaşta bir genç ne günah işleyip de onca yıl koltuk değnekleri ve ağrılarla dolaşırdı ki? Akşam olmuş, güneş tepelerin ardından şehri selamlayarak uzaklaşıyordu. Arabalar, insanlar, caddeler... Kim bilir nasıldırlar şimdi? Bu hastalığa tutulduğundan beri hayata küsen Muhsin Bey dışarıda adım atmaz olmuştu. Saat 9.30'u çoktan geçmişti. Muhsin Bey mırın kırın ede ede yatağına doğru zorla gitti. Yatağına uzandı. Saatlerce gözleri tavanda eski günleri anımsadı. Bir an dedesini ve dedesiyle beraber oturup ettikleri o hoş sohbetleri geldi aklına. Yüzü gülümser gibi oldu. ''Dedem ne kadar da müthiş bir insandı, onu çok özlüyorum...'' diye iç geçirdi. Bir an dedesiyle birlikte ettikleri o sohbetlerden birisi geldi aklına. -Dede. Allah kullarını çok mu sever? -Tabi ya. Hem de çok sever. Düşünki bir annenin çocuğuna gösterdiği şefkat ve merhamet Allah'ın kullarına gösterdiğinin yanında denizde bir kum tanesi gibi kalır. -Ooo. O halde Allah bizleri çok seviyor olmalı. Çünkü anneme sorduğumda seni kendi canımdan daha çok seviyorum demişti. -Bak gördün mü? O sevgiyi ve merhameti annenin kalbine veren Allah. Kim bilir anneye bu kadar merhamet verende onun kaç katı merhamet vardır, var sen düşün orasını. -Peki, dede. Allah üst kat komşumuz Ali amcayı sevmiyor mu? -Elbette seviyordur evladım. Ancak derecesini biz bilemeyiz. Buda nereden çıktı şimdi? -Ali amca da seninle her gün namaza ta neredeki camiye geliyor o kadar hasta olmasına rağmen. Allah onu çok seviyordur herhalde? -Tabi ya. Allah kullarını hiç sevmez mi? -Peki madem seviyor, neden Ali amca o kadar zamandır o kötü hastalığı çekiyor? -Bak evladım. Allah sevdiği kullarına bu dünyada ahirette bir çekirdek kadar kalacak musibetlerden verirmiş ki günahlarına kefaret olsun. Hesap günüde sevapları günahlarından ağır bassın ve kulunu cennete koysun. -Nasıl yani? Hem seviyor, hem de hastalık veriyor, anlamadım gitti. Annem beni hiç böyle sevmez? -Ha ha hah! İlahi torun. Bak şimdi Allah sevdiği kulları günah işlediğinde öbür tarafta cehenneme atmamak için bu dünyada bir takım hastalıklar verir başına. O hastalıklara sabır ile yaklaşıp en büyük şifa ve merhamet sahibinin yolundan ayrılmazsa, onun hastalığını da iyi eder, öbür tarafta cennetine de koyar inşallah. Bak sana bir hadise anlatayım: ''Zamanın birinde, büyük bir zat camiye her gittiğinde mihrabın dibinde, ağlayan bir adam görürmüş. Artık dayanamayıp bir gün yanına yaklaşıp sormuş; -Hayrola kardeşim? Ne bu üzüntülü hallerin, bir sıkıntın, hastalığın mı var? -Yok kardeşim, nerde? Keşke hastalığımız, derdimiz olsa. -Ee o zaman niye ağlarsın böyle? -Diyorum ya, sıkıntım, derdim yok. Uzun zamandır bir hastalığa da tutulmadım. Acaba bir hata mı ettim de Allah bana artık hastalık, sıkıntı falan vermiyor? Acaba Allah'ın sevmediği kulları arasına mı girdik ki hastalığımız olmuyor? Bundan ağlarım be kardeşlik...'' Ya işte böyle evlat! -Şimdi anladım dede. Ne insanlar varmış yahu. Hastalanmıyorum diye ağlamak? Kapı sesiyle birden hayata tekrar döndü. Kapı sert bir biçimde vuruluyordu. Yavaşça doğruldu, saate baktı. Saat gece yarısına gelmek üzereydi. Bu saatte kim olabilirdi ki? Gündüz vakti dahi kimsesi gelmeyen bu adama gecenin bir yarısı kim gelirdi? Kapıya doğru ağır ağır yaklaştı, elini uzattı tam açacaktı durdu. Acaba kötü niyetli birileri olmasın? Benim bu halimi bilen kötü niyetli birileri? Belki evimi soymaya geldiler. En iyisi açmamak, polisi arayayım ben. Döndü kapı tekrar çalındı umursamadı, bir daha, bir daha... Umursamaz bir tavırla kapının ağzında telefonu bulmaya çalışırken kapının ardından yükselen bir ses kaynar bir su gibi tepesinden aşağıya indi. -Muhsin! Ben deden evladım, aç kapıyı! Koltuk değneklerinin birisi bir yana öbürü öteki yana düştü. Kaynar sular hala tepesinden aşağıya doğru süzülüyor gibiydi. Kapı tekrar çalınınca titredi ve kendine geldi. Kapıya doğru korkulu bir biçimde yanaştı. -De… de… de... Dede? Sen misin? -Evet, benim evladım, aç kapıyı konuşacaklarımız var. Kendisi daha 17 yaşındayken ölen dedesi şimdi yıllar sonra kapısındaydı. Muhsin bir an kafayı yediğini düşündü. Sonra birisi benimle dalga geçiyordur herhalde dedi ve kapının kulpuna elini uzattı. -Dedeni böyle kapıda bekletmek yakışıyor mu senin gibi saygılı bir toruna ha? Gelen bu son cümle kurşun etkisi yaptı Muhsin'in beyninde. Beyninden vurulmuşa dönmüştü. Bu ses yıllar önce ölen dedesine aitti. Ve şimdi kapıdaydı. ''Allah'ım ne yapacağım şimdi ben?'' diye içinden geçirdi. -Yakışıyor mu sana başın sıkışınca Allah'ı anıp, biraz sıkıntı ve derde düşünce isyan etmek? Ha evladım, yakışıyor mu? -Sen benim düşündüklerimi nasıl duyuyorsun? Kimsin çabuk söyle! İn misin, cin misin, kimsin çabuk söyle? -Ben senin dedenim evladım, aç da kapıyı azıcık konuşacaklarımız var dedim sana. Elini kulpa doğru uzattı, gözlerini kapattı. Kalbi sanki ağzında atıyor gibiydi. Yanında biri olsa kalp atışlarını duyabilirdi. Hafifçe kulpa bastırdı, kilidin dili 'şlak' diye açıldı. Bu ses bile onu ürkütmeye yetmişti. Kapıyı kendine doğru çekti, çekti, çekti ve tamamıyla açıldı kapı. Aman Allah'ım bu gerçektende yıllar önce ölen dedesiydi. Hem de hiç değişmemiş, aksine sanki biraz gençleşmiş gibiydi. Üstü başı pırıl pırıl parlıyordu. Elinde bir bastonu eksikti. -Buyur etmeyecek misin? -Bu… bu… buyur dedeciğim. İçeri odaya geçtiler. -Otur şöyle karşıma Muhsin! Konuşacaklarımız var seninle. Muhsin dedesinin gösterdiği yere oturdu. Ardından dedesi de tam karşısına geçip oturarak konuşmaya başladı. -Hatırlar mısın Muhsin seninle küçükken sohbetler ederdik. Ben sana hikayeler anlatırdım, sen de bir heves ile beni dinlerdin. -Evet hatırlıyorum dedeciğim. -Hatta aramızda geçen o hoş sohbetlerden birinin hayalini kuruyordun az evvel yatağında. Muhsin'in gözleri yuvasından çıkacak derecede büyümüştü. Yüzü sapsarı kesilmiş, dili dönmez olmuştu artık. -Sen, sen nerden biliyorsun benim aklımdan geçenleri? -Bak evladım. Bu dünya imtihan yeridir, insanlar buraya nefisleri ve dolayısıyla iblis ile mücadele etmesi için gönderilir. Kimileri nefislerine yenik düşüp dünya ağına kapılırlar. Gaflet uykusu çok derindir ve bir o kadar da tatlıdır. Şu saatte bir insanı sıcak yatağından çıkarmak ne kadar zordur öyle değil mi? İnsan ibadet etmek için o sıcacık yatağını terk etmez ama dünyalıklar için sabahın bir saati yola düşmesini bilir. -Bunların benimle ne alakası var? Hem ben inanmıyorum öyle şeylere! -İnanmadığını bildiğim için buradayım zaten. Bir insan doğası gereği inanmadan edemez. İçinde korkularınla yüzleşemediğin için çok büyük bir hınç var. Ve sen bunu bilmiyorsun. Bunun sonucunda da Yaratıcına isyan edip inanmıyorsun. -Hangi yaratıcı ha? Söyler misin bana hangi yaratıcı dede? Beni 25 yaşımda hayatımın baharında bu koltuk değneklerine ve dayanılmaz ağrılara atan yaratıcı mı? En güzel yıllarımı 2 odalı loş bir evde tıkalı olarak geçirmeme neden olan yaratıcı mı? Tüm arkadaşlarım evlenip yuva kurarken, beni binlerce parçaya bölüp yalnız bırakan yaratıcı mı? -Ah be evladım... İnsanlar neden bu kadar çok hata yapar bilir misin? İyi günlerinde yaratıcıyı hatırlayıp, işler kötü gitmeye başladığında ondan hesap sormaya kalktıkları için. Sana anlattığım ve az önce yatağında hatırına getirdiğin o zatın hadisesini hatırlasana? Tüm ibadetlerini yerine getiriyor, ancak uzun bir süre hiç hastalığa sıkıntıya düşmediği için ağlayıp kahroluyor acaba bir hata mı ettim de Allah'ın sevdiği kulları arasından çıktım diye? Unutma evladım Allah sevdiği kullarına böyle dünyalık musibetler verip günahlarından arınmasını sağlar. Ve diğer tarafta sevapların ağır basıp cennete giresin diye o cehennemde ki azabın binde biri bile olmayan musibetler verir. Ama insanlar şükürsüzlüklerinden dolayı ilk virajda hatalı sollama nedeniyle şarampole yuvarlanıp hayatını kaybeder... -Ne yani şimdi benim çektiğim bunca sıkıntı, dert günahlarıma kefaret mi? -Elbette. Ben neden buradayım? Allah seni sevmese bırak beni bir kuş bile göndermezdi. -Peki ya boşa geçen onca yıllar? Hayatımın baharı sayılacak onca yıl ne olacak? -Cennetteki ufacık bir zaman zerresinden bile kıymetsizdir buradaki hayat evladım. Ve cehennemdekinden daha fena değildir çektiğin bu azap!.. Bak evladım, eğer bütün bunlara inanmıyorsan yıllar önce ölen bu dedenin buraya nasıl ve neden geldiğine inan. İnan ki sen de kurtuluşa erenlerden ol! Ben şimdi gidiyorum, bundan sonrası sana kalmış. Seni bekleyen bir hayatın ve yapacağın tercihlerin var. İyi düşün ve kararını ver. Haydi hayırlı geceler…” dedi ve Muhsin Bey'in dedesi kapıya doğru yaklaşarak sır oldu gitti. Muhsin Bey gecenin bir yarısı düşünceli bir biçimde duvardaki saate baktı. Akrep ve yelkovan hala kovalamaca içerisindeydi. Guguklu saati birden ötmeye başladı. Ötmesiyle Muhsin Bey'in yatağından fırlaması bir oldu. Uyandığında kan ter içerisinde kalmıştı. Saate baktı saat 4.30 u gösteriyordu. Etrafını süzdü biraz önce oturma odasındaydı dedesiyle. Bu yatağa nasıl gelmişti? Yoksa hepsi bir rüya mıydı? Hayır, hayır bu kadar gerçekçi bir rüya olamazdı. Dedesinin söyledikleri hala kulaklarında çınlıyor ve elbiselerindeki o mis gibi kokusu burnunda tütüyordu. Az sonra sabah ezanları okunmaya başlandı. Yatağından kalktı, banyoya doğru yöneldi. Abdestini aldı ve oturma odasına gelip namazını kıldı. Selamını verdikten sonra Bir şey dikkatini çekti. Koltuk değneklerini kullanmamıştı ve namaz boyunca eğilip kalkmalara rağmen bir tek ağrı yaşamamıştı. Huzur içinde gözlerinden üç damla yaş indi. Sanki dedesinin elleri uzanıp gözyaşlarını silmişti. ''Bitti evladım, çok şükür hepsi geçti.'' Dedi ve ses kaybolup gitti... REGAİP ALBAYRAK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder